Başlangıç > Yazılar > Batı’dan doğan iktidar Doğu’dan batacak mı? – 2

Batı’dan doğan iktidar Doğu’dan batacak mı? – 2

Önceki yazıda Türkiye İslami kesiminin maruz kaldığı batıcı, sağcı-milliyetçi operasyonları ve 28 Şubat darbesi ile birlikte AKP’nin Batı’dan doğuşu ele alınmıştı. Öncelikle hızlı ve yüzeysel bir okuma ve yorumlama yapmaya çalıştığımı, detaylara, sosyal ve ekonomik dinamiklere, güncel-dönemsel, özel ve yerel değişkenliklere ve özgünlüklere girmediğimi, bilinçli olarak kaçındığımı belirtmek isterim. Önemsiz oldukları için değil, zaten tüm kesimlerce yıllardır fazlasıyla tartışıldığı, tüketildiği için tekrara düşmek istemiyorum. Mevcut toplumsal muhasebelerde, siyasi-sosyal analizlerde, özellikle muhalif kesimlerin farklı sebeplerle eksik kaldığını, bazen de bilinçli bir şekilde görmezden gelindiğini düşündüğüm son on yıllık seyre bir de bu dar ama önemli ve daha gerçekçi pencereden bakış atabilmeyi umuyorum. Bu sebeple tüm aşamaları ve ara aktörleriyle uzun bir anlatı yerine Suriye, çözüm süreci, Kobani ve doğrudan bu süreçlerle bağlantılı olan 15 Temmuz darbe girişiminden bugüne geleceğim.

Erdoğan için AKP iktidarının ilk 10 yılında her şey yolundaydı. Ne kadar ‘paralel’ bir ortaklık ve dış güçlere bağımlılıklar olsa da artık iç ve dış tehditlere karşı tedirgin bir iktidar yoktu, arkaları sağlamdı. Ancak yıllar sonra AKP bu rahatlığa ve iliklerine kadar işleyen iktidarın hazzına kendini fazlasıyla kaptırdı ve Osmanlı’nın yükseliş dönemindeki kudretine on yılda sahip olduğuna inandı. Erdoğan ve AKP -bağımsızlık karakterinde olduğu için veya iç/dış vesayetlere ilkesel olarak karşı oldukları için değil (nitekim bu bağlarla var oldular)- daha çok iktidar ve daha çok saltanat için ilk bağımsız ya da başına buyruk diyebileceğimiz iç ve dış adımlar atmaya başladı.

ABD ve Batı’dan bağımsız ilk dış hamle: Suriye

Genel kanının aksine Suriye rejimi karşıtı kapsamlı ve sert dış politikalar, Türkiye’nin ABD-Batı işbirlikçiliğinden kaynaklı değildi. Bilakis Erdoğan ve AKP’ye Batı’dan izin çıkmadığı halde, sakin ve kendileriyle ortak hareket etmesi mesajları iletildiği halde ‘Arap Baharını’ 2023 hedefi için kaçırılmaması gereken bir fırsat olarak görüp harekete geçti. ABD, Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanlığı vaadine ve aradan geçen on yıla rağmen Ortadoğu’da hala Türkiye’den çok Suudilerle at koşturuyor, Erdoğan’a biraz daha sabırlı olmasını ve kontrolden çıkmamasını telkin ediyor, Cemaat aracılığıyla ufak operasyonlarla uyarılarda bulunuyordu. Ama Erdoğan’ın daha fazla sabretmeye ve ayağına gelen bu Arap Baharı fırsatını tepmeye hiç niyeti yoktu. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki İhvancı yapılar üzerinden bir hakimiyet alanı oluşturarak ABD ve Batı’ya kendini ispat edecek ve ‘Artık yeter, sadece Türkiye’de değil Ortadoğu’da da ben varım’ diyecekti. Suudilerin ise bölgedeki ‘baş işbirlikçi’ konumunu Türkiye ve Erdoğan’a kaptırmaya hiç niyeti yoktu. Arap/Fars denklemine Türkleri sokmayacak, hele hele Arap coğrafyasında Suudiler varken ABD’nin AKP ile iş tutmasına müsaade etmeyecekti.

AKP Tunus, Libya ve Mısır’daki halk ayaklanmalarında İhvan (Müslüman Kardeşler) çizgisindeki kardeş örgütlere tam destek verdi, hem bu örgütlerde hem de bu örgütler üzerinden bölgedeki ayaklanmalarda etkili olmaya başladı. İlk etap gayet başarılıydı, Türkiye/Erdoğan güdümündeki hareketler ülkelerinde iktidara yürüyorlardı.

Suriye’ye de ‘bahar kıvılcımı’ sıçramıştı. Halkın her kesiminden katılımın olduğu, yoksul, örgütsüz kitlelerin başı çektiği güçlü ekmek, özgürlük, demokrasi gösterileri düzenlenmeye başladı. Rejimin sert müdahalelerine rağmen barışçıl ve başarılı bir şekilde büyüyen ayaklanmanın kazanımlarının olacağı ilk günlerden belli oldu. Ülkenin önde gelen muhalif aydınları ve kanaat önderleri gösterilerde hiçbir şekilde şiddete başvurulmaması gerektiği, dış güçlerle değil kendi toplumsal direnişleriyle yola devam edileceği ile ilgili mesajlar verirken, AKP’nin başını çektiği dış güçler bu haklı ve kazanacak olan isyanı sabote ederek müdahale ettiler. Rejim ordusunun komutanlarından bir ‘muhalif ordu’, İhvancılardan da bir ‘muhalif meclis’ kuruldu. İlk etaptaki başarılarla ve ülke içinde mutlak iktidarla gaza gelen Davutoğlu ve Erdoğan Türkiye’nin Suriye rejimini devirip, yönetime kendi İhvancı kadrolarını atayabileceklerine gerçekten inanmışlardı. Ortadoğu’da kendilerine bağlı İhvancı iktidarlar üzerinden bölgede kalıcı bir hegemonya elde edilecek, Suudilere hadleri kardeşçe bildirilecek, ABD-Batı da ‘Tamam siz kendinizi ispat ettiniz, en büyük düşmanların Ortadoğu’daki en önemli üssü olan Suriye rejimini devirdiniz, bizi büyük bir beladan kurtardınız, artık bir oyuncumuz değil bölgesel bir müttefikimizsiniz’ diyeceklerdi, AKP’nin derin strateji dediği planı tam olarak bundan ibaretti.

ABD-Batı, Suriye her ne kadar büyük bir baş belası olsa da Erdoğan’ın bu kontrolsüz adımlarından hiç hoşnut değildi ve bu politikaların ters tepeceğinin de, her işin ehli gibi farkındaydı. AKP’nin Ortadoğu adımları çok aceleci, kontrolsüz, temelsiz, hazırlıksız, toy, hele hele Rusya, Çin ve İran’ı alt etmeden Suriye rejimini devirebilme ihtimaline inanmak tam bir hezeyandı. Öyle bir ihtimal olsa İsrail-Batı ve Suudiler bir an beklemeden Türkiye’ye tam destek vererek Suriye’ye karşı savaşa girerlerdi.  Erdoğan sadakatten ve kontrolden çıkmanın ilk dış sinyallerini vermiş oldu. Suriye’yi Tunus, Libya ve Mısır’la karıştıracak/kıyaslayacak kadar ‘kör’ ve ‘kendini kaybetmiş’ olduğu dünya siyasetinde genel bir kanı oldu.  Sonuç olarak işte ta o günlerde Erdoğan’ın üstü çizildi. Tüm Arap Baharı bölgesinde Suudi-Amerika’nın yerel örgütleri-güçleri Erdoğan’ın vekili İhvancı örgütleri bastırdı. Mısır’da Sisi’nin (Suudi) Mursi’ye (Türkiye) darbesi ile Erdoğan’ın 2023 ‘demokratik hilafet’ hayali ve tüm dış politika yatırımları yerle bir oldu. ABD’nin Ortadoğu projesi ise koruyup kolladığı, üstüne titrediği Erdoğan’ın kontrolden çıkmasıyla akamete uğramıştı. AKP hatalarından dönebilmek için Suudilere ‘biz kardeşiz’ dedi ama Suudiler ‘hadi oradan’ diyerek karşılık verince bükülemeyen Suudi eli öpüldü ve deyim yerindeyse ‘çok yaşa kralımız’ denildi. ABD’ye mahcup bir şekilde özürler ve durumun toparlanabileceği, telafi edilip yola devam edilebileceği mesajları iletildi ama kabul görmüyordu. İş işten geçmişti, kalem kırılmıştı.

Türkiye’nin ilk ve tek ‘yerli-milli’ hamlesi: ‘çözüm süreci’

Şimdi başarısızlığı bir darbe girişimine yol açacak ‘barış sürecine’ gelelim. Kürt sorunu özelini ve son derece önemli kendine özgün gelişmeleri, malum gidişatı ve iktidarın ‘zafer ilanı’ ile seçim öncesine almaya çalıştığı ama seçim sonrası -seçimi kimler kazanırsa kazansın- kesin gözüyle bakılan ‘silah bırakma ve demokratik çözüm’ dahil beklenen gelişmeleri teğet geçerek doğrudan barış sürecinin başlangıcını, bitimini ve sonucunu ele alalım.

Erdoğan’ın dış bağlarının zayıfladığını, yalnızlaştığını ama içeride ipleri hala güçlü bir şekilde elinde tuttuğunu ve ciddi bir toplumsal karşılığı olduğunu gören Öcalan, ‘devletin ve milletin hassasiyetlerini gözeterek’, hemen ateşkes ve geri çekilmenin başlayacağı, iki yıla kadar silah bırakılacağı ve beş yıl içinde tüm demokratik adımların atılmış olunacağı bir yol haritası içeren mektupla/mesajla devreye girdi. İmralı’da yapılan görüşmelerde bu beş yıllık süreç ve yapılacaklar konusunda taraflar büyük ölçüde anlaşmaya vardı, varıyorlardı. Sadece Kürt sorunu değil kadın (kadın cinayetleri ve intiharları, kadın bilim ve sosyal-siyasal alanları vs), ekoloji (Hasankeyf’in sürecin güvencesi olması vd doğa sorunlarının ele alınması) ve birçok demokrasi sorununun da masada olduğu, konuşulduğu, tartışıldığı ortaya çıktı. Bir dizi ‘demokratik açılımlar’, cem evlerine ibadethane statüsü, eş başkanlığın tanınması, milli eğitim müfredatının ve diyanetin yeniden demokratik ve laik yapılanması, zorunlu askerlik, vicdani rettin tanınması gibi pek çok şey hem AB ile uyum hem de bu süreç kapsamında değerlendirilmiş, kararları alınmış, iktidarın ajandasında sıralarını, zamanlarını bekliyordu ki Gezi ayaklanmasının bir paranoyaya dönüşmesiyle hepsi durduruldu.  ‘Barış süreci’ ve ‘Kürt açılımı’ kapsamında ise ateşkes, geri çekilme, silah bırakma, ardından af (cezaevleri, dağdan ve Avrupa’dan gelecekler için), seçmeli anadilde eğitim, ‘Türklük’ değil ‘Türkiyelilik’ üzerinden ortak kimlik inşası, Kürtçe’ye sosyal, siyasi ve ekonomik/ticari alanda statü, AB modellerinde olduğu gibi yerel yönetimlerin güçlendirilmesi (adı özerklik değil öz yönetim olan ve sadece bir bölgede değil tüm Türkiye’de uygulanacak, vali yetkilerinin bir çoğunun seçilmiş belediye ve meclislerine devredilmesi), Öcalan’ın İmralı’da çalışma ve heyetlerle görüşme koşullarının sağlanması, ev hapsi ya da özgürlük durumunun sürecin en sonuna bırakılması gibi konularda bir ön kabul sağlandığına dair yalanlanmayan notlar ve duyumlar paylaşıldı. Bu bağlamda süreç başarılı bir şekilde ilerliyor, tüm taraflar yol kazaları, provokasyon ve ciddi sabotajların (hem ABD-Batı hem İran-Rusya odaklarınca) üstesinden geliyorlardı. Erdoğan’a içeriden milliyetçi/ırkçı klikler ve Cemaat yapısından itirazlar engellemeler geliyor ama Erdoğan ya ikna ediyor ya da aşıyordu. Öcalan’a da örgüt içinden sorular, kuşkular ve AKP-Erdoğan’a karşı güvensizlikler iletiliyor (özellikle ‘kadın hareketi’ ve ‘alevi-sol kadrolarca) tartışmalar yürütülüyordu. (O günlerde Suriye’deki pozisyonundan dolayı Erdoğan ve iktidarının ‘sünni islamcı/mezhepçi rengi baskın/faal durumdaydı.)

Öcalan bu sürecin amacının sadece çatışmasızlık ve silahların devre dışı bırakılması değil kalıcı büyük barış olduğunu savunarak kadrolarından yüksek özveri istiyordu. (Yeri gelmişken tırnak içindeki ifadeler de dahil olmak üzere yazıdaki kişilere/kurumlara atfedilen söylemlerin okuma, çıkarım ve varsayım olduğunu bu yazıda da bir kez daha belirtmiş olayım) Erdoğan tüm bu ‘fedakarlıkların’ karşılığında şart olarak öne sürmemiş olsa bile, net bir şekilde Kürtlerden Türkiye’de başkanlığna karşı bir pozisyonda olmamalarını, özellikle Suriye/Ortadoğu’da engel ya da karşı olmamaktan da öte bir ‘ortaklık’ içinde olmalarını bekliyor, sürecin kazanımlarını/gücünü ‘demokratik cumhuriyete’ değil kimseye güven vermeyen kendi yönelimine/iktidarına aktarmaya çalışıyordu. (Bu yaklaşım Gezi’den sonra zaten oy kayıplarının rapor edildiği AKP’nin, çözüm sürecine rağmen en sadık oyları olarak gördüğü ‘Kürt AKP’li seçmen’ oylarının dahi kaymasına vesile oluyordu. 2014’ün sonunda cumhuriyet döneminin en uzun MGK’sı olarak bilinen 28 Şubat MGK’sından daha uzun süren bir MGK toplantısı gerçekleştiğini ve 28 Şubat darbesine, 28 Şubat Dolmabahçe mutabakatıyla tarihi bir cevap verilecekken Erdoğan’ın bu süreci tanımadığını ve mutabakatı inkar ettiğini de not düşmüş olalım.) İma edilen bu beklentiler masada da güvensizliklere ve uygulamalarda yavaşlamalara yol açtı. PKK ve Kürt siyasetinin taraflarınca çokça tartışıldı ve Öcalan’ın uyarılarına rağmen hem legal siyasette hem de sahada karşı-süreç sinyalleri verilmeye başlandı. Kürt taraflardan bu beklentilerin beyhude olduğuna dair somut ret ve itirazlar geldi. Üstüne, AKP iktidarının riske girdiğini, seçimi tek başına kazanamadığını gösteren anket sonuçlarıyla Erdoğan ‘kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez’ niyetiyle attığı adımlar ardından ‘pirince giderken bulgurdan olduk’ diyerek ‘demokratik açılımlardan’ sonra barış sürecini de silahların bırakılmasına birkaç hafta kala durdurdu, dondurdu. (Silah bırakma kararının/kongresinin bu kadar ertelenmesi de daha sonra sürecin selameti açısından büyük bir hata olarak değerlendirildi. Önümüzdeki ‘süreçte’ ilk adımın şartsız koşulsuz Türkiye’ye karşı silah bırakma olacağı bekleniyor.)  

Türkiye’den çok Ortadoğu ile ilgili olan 2023 hedefi inadı ve tüm tarafların karşılıklı hataları ve korkuları, masada demokratik bir başkanlığa itiraz edilmediği halde bu süreci bitirmişti. AKP’nin iktidarı kaybetme lüksü yoktu ama Kürtler müttefik olmak istemediklerine göre artık iktidar olabilmenin/kalabilmenin yolu barış, özgürlük ve demokrasi değil; baskı, yasak, kutuplaşma, kin-nefret ve çatışmalardan geçiyordu. Baldıran zehri içmeyecek, içereceklerdi.  Öcalan her şeye rağmen Kürtlerden ve demokratik çevrelerden hem Suriye’de hem de Türkiye’de ne Erdoğan karşıtı ne de Erdoğan yanlısı cephede olunmaması gerektiğini, üçüncü yolun tek alternatif olduğunu, sürece karşı, süreci tehlikeye atacak söylem ve adımlardan kaçınılması gerektiğini söyleyerek sonuna kadar barışta ve sivil siyasette ısrarcı olunması, anlık zorunlu öz savunma durumları dışında ne olursa olsun çatışmasızlığın korunması ve bir daha silahların devreye girmemesini istedi. Uluslararası güçler ve lobilerin teyakkuzda olduğunu, süreç bozulur ve silahlar yeniden devreye girerse, çatışmalar başlarsa darbenin kaçınılmaz olacağını söyleyerek Erdoğan’ı da uyardı. Ancak çabaları karşılıksız kaldı, tüm taraflar 7 Haziran’a giderken ve sonrasında barış süreci konseptine aykırı söylem, eylem ve siyasete kapıldılar, Türkiye ve Kürtler tarihi bir fırsatı kaçırmış, ilk bağımsız ‘yerli-milli’ hamle hüsranla sonuçlanmış, pusuda bekleyen darbeye davetiye çıkarılmıştı.

Batı’ya artık yüzünü dönemeyen Erdoğan, içeride de müttefik ve bir kurtuluş yolu bulamamıştı, Doğu-Asya’ya doğru yavaş bir eksen değişikliğine gitmek, kendini güvenceye almak istiyordu. Bu değişikliğin, girdiği Suriye bataklığından dolayı hızlı ve kolay olamayacağının farkındaydı. Ama Rusya ve İran Erdoğan’ın içine düştüğü durumun, NATO tarafından avlanmak istediğinin farkında, Türkiye’yi en büyük düşman ABD’den kurtarıp kendine çekmek için beklemekteydi. İşin ehli tüm taraflarca bilinen/beklenen darbe girişimi başarısız olursa Erdoğan’ın/AKP’nin dolayısıyla Türkiye’nin kendini Rusya’nın kollarında bulacağı rahatlıkla öngörülebilen bir gerçekti. ABD-NATO’nun darbe girişimine gelmeden önce doğrudan ilişkili olduğu IŞİD’in Kobani’yi işgal harekatını işlemek ve doğru okumak gerekir.

15 Temmuz’uz ilk adımı: Kobani’ye IŞİD saldırısı

(IŞ)İD – İslam Devleti örgütü güçlü tarihsel referanslara, sosyal-siyasal, bölgesel-küresel nedenlere dayanan, sadece silahla çözülemeyecek devletçi/iktidarcı bir zihniyet yapısıdır, sorunudur. Bu örgüt bazen sadece IŞİD’dir bazen sadece IŞİD değildir, Suudi’dir, bazen ABD-İsrail’dir. Bu klişe saptamayı bu örgütü ve Ortadoğu’yu her yönüyle 20 yıldır izlemiş, çalışmış, siyasi, sosyal, legal, illegal tüm tarafları gözlemlemiş, mülakatlar ve saha araştırmaları yapmış bir özgüvenle, emin olarak dile getirebilen bir araştırmacıyım. Varsayım, tahmin, analiz olarak değil kesin olarak şunu ifade edebiliyorum ki, Kobani’ye tam bir devlet gücüyle saldıran IŞİD olsa da saldırtan ABD ve ortaklarıydı. (15 Temmuz’da da olduğu gibi) 

Her devlet/örgüt dünya siyaseti koşulları gereği az çok etkiye, yönlendirmeye ve bazen kontrole açık hale gelir. Öncelikli hedefi Batı olan el Kaide’nin, öncelikli hedefi Şiiler/Aleviler, Müslümanlar, dinsizler olan yeni sürümü IŞİD’in yönetimi Saddam’ın ABD ile anlaşmış Baasçı komutanlarından ve müftülerinden oluşur. Ki daha önce İran-Irak savaşında da bu kadrolar ABD ve NATO ile beraberdi. IŞID ve Ortadoğu ile ilgili kapsamlı bir çalışma için IŞİD ve Ortadoğu Çerçeve Metnine göz atmanızı tavsiye ederim: https://ebrari.wordpress.com/2016/09/18/samer-isid-raporu-ve-panele-davet/  

Ortadoğu’nun tarihsel krizlerini çözmeye talip, mevcut sisteme alternatif bir paradigma ve siyasetle, Kürt kimliğine hapsolmayarak toplumsallaşan ve Yukarı Mezopotamya’yı aşarak tarihte ilk defa bölgesel bir aktör olarak dünya sahnesine çıkan Kürtleri sisteme ve ‘asli eksene’ mecbur etme, önlerini alma, IŞİD’in Kobani’yi işgal harekatının ana hedeflerinden biriydi. Kürtler, dostları ve ‘enternasyonal dayanışma’ ile bu saldırıyı sadece öz güçleriyle, ABD ya da Türkiyesiz bir şekilde def edebilseydi Ortadoğu’nun tarihsel seyri değişecekti. Kürtlerin altın çağının başlaması, Kürt halkı öncülüğünde etnik/din/mezhep kimliklerini aşan ‘devrimler süreci’ başlaması kuvvetle muhtemeldi. Bu anlamda IŞİD’in ve dolayısıyla ABD’nin ciddi bir başarısından söz edilebilir. Kürtler de, bölgesel-küresel denklemler ve dengeler içerisinde -paradigmasından çok- Kürtler olarak yer alarak/bularak Ortadoğu’da güçlerini ve varlıklarını garanti altına alarak ve IŞİD’e karşı ‘destansı direnişle’ dünyanın ‘bu karanlığa karşı tek demokratik alternatifi’ olduğunu ispat ederek önemli bir başarı sağlamış oldu. Uzatmadan konumuza yani bu saldırının ikinci ana hedefine gelelim.

Kobani’ye saldırının hedefinde doğrudan barış süreci ve doğduğu görülen Türk-Kürt barışı ve muhtemel ittifakı vardı. Çözüm süreci darbelenecek ve bitirilmesi başarılırsa da son vuruşun yani darbenin yolu açılacaktı. Bu hedefte tam başarı sağlandı.

Erdoğan/AKP karşıtlarının genel kabulünün ve iddiasının aksine IŞİD ile AKP arasında bir ortaklık ya da destek/yardım söz konusu değildi. Elbette Suriye sahasının bu yapılara zemin sunmasında AKP’nin rolü ya da IŞİD’le olması gerektiği kadar aktif bir şekilde mücadele edilmemesi, bazı durumlarda göz yumulması dolaylı destek olarak değerlendirilebilir. Yine istihbari iletişimler, karşılıklı ateşkes ve bazı güvenlik anlaşmaları da görülüyor. Ancak unutulmamalı ki IŞİD her zaman AKP-İhvan aleyhine Suudi-ABD lehine pozisyon alır ve almıştır.

AKP iktidarı, Suriye rejimine karşı içinde el Kaide/Nusra’nın da olduğu ittifakları desteklemekle suçlanabilir, ki suçlanacaktır. Ama buna IŞİD dahil değil. Türkiye bilakis IŞİD’e karşı savaşan muhalif örgütleri -ki aralarında YPG’nin de içinde yer aldığı Fırat Volkanı operasyon merkezi de vardı- destekledi. Şuan kulağa çok imkansız gelebilir ama o günlerde Türkiye YPG’yi düşman olarak değil muhtemel, müstakbel müttefik olarak kabul ediyordu. PYD ve YPG’liler, siyasi yöneticilerden komutanlara kadar rahat bir şekilde Türkiye’ye gelip gidebiliyor, faaliyet yürütebiliyor, devletle -sadece istihbari değil- hükümet nezdinde resmi temaslarda bulunabiliyorlardı. YPG’nin kontrol altında tuttuğu sınır bölgelerinden giriş-çıkışlar, alış-verişler yapılabiliyordu. Yaralı YPG’liler Türkiye ambulanslarıyla, Türkiye hastanelerinde tedavi görüp geri dönebiliyorlardı. Kobani’ye lojistik destek ve takviye dahi Türkiye’den -zor da olsa- geçebiliyordu. Süleyman Şah operasyonunun nasıl, kimlerle ortaklık içerisinde yürütüldüğü de herkesin malumu. (Öcalan’ın ‘Eşme ruhu’ açıklamasına TSK’nin verdiği karşılığın bir darbe pratiği ve süreci olduğu değerlendirmesiyle ve Kobani gösterilerinde yaşanan karanlık kanlı olaylarla ilgili HDP’nin TBMM’ye sunduğu araştırma önergesi de önemli bir aşamadır.) Ve daha neler neler, elbette tüm bunlar bazı yol kazalarına rağmen hem devlet hem örgütler tarafından çok göze sokulmadan, sürecin selametini riske sokmadan, itidalle gerçekleştiriliyor ve ilerletiliyordu. Şuan taraflar hiç böyle bir süreç yaşanmamış gibi davranıyorlar ama ziyadesiyle yaşandı ve korkulması gerekenin barış ya da barış süreci değil barışta ısrarcı olmamak olduğu ortaya çıktı. Ki ABD-IŞİD saldırısının (ayni şekilde darbenin) nedeni/hedefi de bunlardı ve tarafların barışa, barış sürecine olan güvensizliklerinden ve korkularından cesaret aldılar.

Bunları şu yüzden hatırlatıyorum; süreç, ortam, ilişkiler bu aşamadayken, Kürt Halkı ve Kobani, insanlığın, ortak düşman ve en büyük tehdit olarak gördüğü IŞİD’in acımasız bir saldırısı altındayken ve tüm dünya da bu saldırıda Kobani’den taraf olmuşken, farklı hemen hemen tüm siyasi taraflar ‘bir şey yapmalı’ diyorken, AKP’lisinden HDP’lisine Türkiye’deki Kürtler kardeşleri-akrabaları için Kobani’ye bir koridor açılması talebini sahipleniyorken, her şeyden önemlisi Kobani’ye saldırının ana hedefi ve darbe dinamiklerinin harekete geçtiği görülüyorken, Kürtler Batı ile değil Türkiye ile bu saldırıya karşı koymayı istiyorken, Türkiye’nin/Erdoğan’ın yapması gereken tek bir şey vardı; Kürtlere ‘buradayız, beraberiz’ demek ve IŞİD’e karşı o günlerde harekete geçmek. Barış sürecini koruyacak ve darbeyi engelleyecek başka bir yol yoktu. Üstelik bu adımın hiçbir bedeli, götürüsü, riski de yoktu. Hem ülkede hem bölgede hem dünyada her açıdan Türkiye için kazanımı olan, her kesimden tebrik-takdir görecek ve Batı’nın komplosunu bozacak küçük bir adımdı atılması gereken ama uzatılan el havada kaldı.

Erdoğan bu süreci de Batı’ya kendini yeniden kabullendirebilmek için kullanmayı tercih etti. Batı’ya ‘hava saldırısıyla IŞİD sorunu çözülmez karadan bizimle ortak bir şekilde hareket edilirse üstesinden geliriz’ mesajları vererek çok acil ve önemli bir soruna/komploya karşı blöf siyaseti yapması ters tepecekti. Oysa Türkiye’nin de Kürtlerin de Batı’ya ihtiyacı yoktu. Kürtlere karşı ‘ben yapacağımı zaten yapıyorum, bunun dışında ne destek olurum ne köstek, Kobani zaten düştü düşecek. Batı, Suriye ve IŞİD ile ilgili planlarına bizi de dahil etmeli, tek çözüm bu’ söylemleri ve eylemleri, bir hedefi de Türkiye olan, Türkiye’nin barışı ve beraberliği olan IŞİD saldırısına, uluslararası komploya ve gelecek darbe girişimine zemin sunmak anlamına geliyordu. Bu, riski sıfır olan, getirisi bol, acil, zorunlu, kolay ve küçük adım atılmayarak ülke ve bölge için felaket bir döneme giriş yapılmış, bölgede Batı hegemonyasına, ülkede ABD darbesine kapı açılmış oldu. Süreç ABD’nin planlandığı gibi büyük bir darbe aldı. Batı IŞİD’e karşı ağır aksak hava saldırılarıyla bir yandan dünyaya Türkiye’nin dibindeki halkın bile kurtarıcısı olduğu şovunu yapıyor, bir yandan da varlık mücadelesi veren Kürtlere Türkiye’nin uzatmadığı eli uzatıyordu. Türkiye muhalefetinin Kobani sürecinde AKP’nin Kobani için hiçbir şey yapmıyormuş gibi ve hatta AKP Kobani’de IŞİD’i destekliyormuş gibi algı yürütmesi, söylem ve eylemlerde bulunması, Kobani gösterilerinde yaşanan karanlık olaylar, daha sonra ‘sürecin’ tüm taraflarının karşılıklı yaptığı hatalar, hendek süreci, operasyonlar, harekatlar sonucunda en değerli şey olan barış çok ucuza harcanıyor, onca bedel yeni bedellerle heba ediliyordu. Artık her şey kötüye, çok kötüye gidecekti. Türkiye ve dünya siyasetini bilen herkesin kafasında artık tek bir soru vardı; gerçekleşmesi kesin olan darbe girişimi ne zaman, nasıl gerçekleşecek ve sonuçlanacaktı?

15 Temmuz: AKP’yi değil Erdoğan’ı tasfiye etme operasyonu

Dershaneler, yargı ve istihbarat operasyonları, 17/25 Aralık, ses kayıtları, şantajlar vs hepsi basit uyarılar, kılıflar ve darbenin ayak sesleriydi. Görünürde gerekçeler ne kadar lokal görünse de asıl meselenin Cemaat-AKP çıkar çatışması, derin devlet ve paralel devletin didişmesi, pastada pay anlaşmazlığı olmadığını biliyoruz. Talimatı ABD’nin, organizasyonu NATO’nun, eli ve kılıfı da ‘FETÖ’ olan darbeyle planlanan şey klasik bir ‘ordu yönetime el koydu’ darbesi değildi. Artık bu tür darbelerin Türkiye’de sonuç alma şansının olmadığını herkes, en çok da darbeciler biliyordu, kaldı ki böyle bir şeye ihtiyaçları da yoktu. Türkiye ve siyaseti tam istendiği gibi şekil almıştı, yok edilmesi gereken bir siyasi hareket ya da ezilmesi gereken bir toplumsal kesim yoktu, AKP ve kadrolarında da bir sorun yoktu, sorun olarak görülen tek şey ‘kendini kaybetmiş’, ‘kontrolden çıkmış’ ve kendini kollamak için Batı’nın gözbebeği Türkiye’yi Rusya’nın kollarına atmaktan dahi geri durmayacağı öngörülen Erdoğan’dı.

Anlaşılan o ki planlanan, görevini yapıp kaybolacak bir özel tim ile Erdoğan ‘ortadan kaldırılacak’, ardından yaşanan süreç kontrol altında tutularak 8-10 ay sonrasında yeniden eski-yeni tüm kadrolarıyla AKP’nin kazanacağı bir seçime gidilecekti. İlk günden beri faili, planı, nedenleri, hedefleri ve sonucu belli darbe girişimiyle ilgili bugüne kadar benzer tahminlerde, yorumlarda bulunulmaması sanıyorum ki bu senaryonun hiçbir siyasi kesimin işine gelmemesiyle, kullanışlı bulmamasıyla alakalıdır. Ki muhtemelen bu yazıdaki yaklaşımların geneli çoğu siyasi tarafı memnun etmeyecektir.

Erdoğan’dan sonra AKP ve tabanı başta olmak üzere toplumda büyük bir korku ve kaygı hakim olacak, bir dizi tehlikeli provakatif karanlık operasyonlar gerçekleştirilecek, sokaklarda kaos ve kargaşa sinyalleri, siyaset ve devlet yönetiminde boşa düşme, tehlikeli belirsizlikler ve iç çatışma riskleri nedeniyle yine AKP tabanı başta olmak üzere toplumun büyük bir kesiminin rızası ile 8-10 ay sonra yapılacak seçimlere kadar ordu ‘yurtta barışı’ sağlayacaktı. Darbenin hala korunan siyasetteki ayağı en az ordu ve emniyet kadar hazırdı. Ordu tüm yönetimi ve kurumları ele geçirmeyecek, devlet normal işleyişine devam edecek, siyasileri hapsetmeyecek, partilere karışmayacak hatta ‘kurucu lideri şehit edilmiş’ AKP’ye alan açacaktı. Yetkili ‘konsey’ vekaleten Erdoğan yerine başkanlık görevini üstlenip, Erdoğan’ı rahmetle ve minnetle anarak ülkeyi seçime götürecekti. Sokaktaki ve yönetimdeki asker en çok AKP’nin güvencesi koruyucusu olacaktı ve en çok AKP’liden destek görecekti. Ardından asli eksenine dönmüş, ilk yıllarındaki gibi Cemaatle ortak ve Batı’ya oyuncu olan, nankörlük etmeyen, haddini hududunu bilen ve dersini almış bir AKP ‘şehit edilen kahraman liderinin izinden’ büyük bir seçim zaferi kazanacaktı. Yani darbe girişimi Erdoğan’ı tasfiye edip, ‘kendini kaybetmemiş’ bir AKP/Türkiye ile yola kalındığı yerden devam etmeyi amaçlayan bir suikast ve kontrollü seçime gidiş operasyonuydu. Ama bu herkesin beklediği darbe girişimini Rusya da (İran ve Çin ile beraber) bekliyordu, ava giden Amerika’yı avlamak için hazırlıklar yapılmıştı.

Ortadoğu ve Suriye bu haldeyken, dünya üçüncü savaşın eşiğinde ya da içindeyken, Türkiye gibi her açıdan önemli, güçlü bir NATO ülkesi hazır tecrit edilmiş ve yüzünü Doğu’ya dönmeye çalışıyorken, Rusya ve İran’ın, ABD’nin Türkiye’de ipleri yeniden ele almasını izlemesini beklenemezdi. Erdoğan ve MİT muhtemelen haftalar önce uyarılmış, MİT ile ortak Rusya istihbaratı ve İran Kudüs Ordusu birimlerince özel karşı-darbe birimi oluşturulmuş, darbeciler takibe ve hatta kuvvetle muhtemel büyük ölçüde kontrol altına alınmıştı. Zaten darbenin ilk ve en önemli ayağı olan Erdoğan’a yönelik suikast engellendikten sonra tüm darbe süreci boşa düşüyordu. Başarılı bir şekilde kurtarılan/kaçırılan/korunan Erdoğan’ın ayakta ve hayatta direniş çağrısı yaptığını gören-duyan askeri ve siyasi darbeciler şoke oldu ve kalkamadan yerlerine oturdular. Erken ve asılsız talimatlarla harekete geçen, milletin desteğini beklerken direnişi ile karşılaşan, darbecilerin sattığı panik haldeki küçük darbeciler sabaha kadar etkisiz hale getirildiler. İhtimaller ve senaryo olasılıklarını bir kenara bırakırsak kesin olan şey şu ki; Erdoğan’ı tasfiye edecek ve AKP’yi daha da güçlendirecek bir ABD-NATO darbe planı ve girişimi oldu ve bu darbe girişimi Rusya-İran öncülüğündeki karşı-darbe operasyonuyla başarısızlıkla sonuçlandı hatta ava gidenler avlandı.

Daha Türkiye’de bile millet ne olduğunu anlamadan gecenin ilk saatlerinde ilk açıklama İran’dan geldi. İran’ın o gece uçaklarının dahi motorları açık bir şekilde sabaha kadar beklediği ve tüm birimlerinin beklenmeyen bir darbe başarısı durumuna karşı teyakkuzda olduğu ortaya çıktı. Suriye ve Irak’taki çatışmalardan dolayı Erdoğan ve AKP ile kanlı bıçaklı olan hatta sahada çatışmakta olan, AKP’lilerin ve güdümündeki İslamcıların o günlerde kin ve nefret kustuğu İran, Türkiye halkının ve hükümetinin darbeye karşı direnişini selamlayıp yanlarında olduğunu açıklayarak ilk tepki veren ülke oldu. İran’ın bu çok erken ve ‘beklenmeyen’ net tavrı olan biteni anlamak için yeterli oldu. Canı kurtarılan ve daha güçlü bir iktidar sunulan Erdoğan artık tamamen Doğu/Asya hattına geçiş yapacaktı. Türkiye, Suriye ile ilgili dış politikalarındaki ‘u’ dönüşünü -bugünlerde değil- daha o gece, darbeden hemen sonra yaptı.  Rusya ve ortaklarının derdi ocaklarına düşmüş Erdoğan’ı sıkıştırmak, zora sokmak, zayıflatmak değil bilakis daha güçlü bir Erdoğan’la uzun vadeli üzüm yemekti. Erdoğan’ın çıkarlarını ve dengelerini gözeterek, hatta Batı ile olan ilişkilerinde daha hassas ve sakin olunması istenerek yol haritaları çiziliyor, formüller aranıyordu. Ki bugün de hala devam ediyor. ‘Katil Esed, Katil Rusya, Katil İran’ sloganları, söylemleri ve eylemleri, İran-Şia karşıtı propaganda darbeden sonra bıçak gibi kesildi. Çin aleyhine ve Doğu Türkistan lehine açıklamalar-gündemleştirmeler Çin tarafından AKP ve MHP’ye yasaklandı. Perinçekler Çin adına siyasete ve medyaya adeta müfettiş olarak atandı. Batı’ya dönük ithalat ihracata bağlı Türkiye ekonomisini Çin imalat sistemine uyumlama ve bağlama süreci başlatıldı. (Yerli ekonomi modeli denilen uygulamalar Çin’in talimatları) Canına kast edilmiş olan Erdoğan’a içeride her şey serbest denildi ama dış politikada her adım Rusya ile kontrollü ve dikkat çekmeden atılacaktı. Batılı dış güçlere yüzü dönük olan Türkiye Doğu’nun dış güçlerinin etkisi hatta kontrolü altına girdi. Yıllar geçti ve hala Türkiye’de ve bölgede gidişat büyük ölçüde Putin’in ve müttefiklerinin istediği gibi ilerliyor.

Cumhur İttifakı Lideri Putin, Adayı Erdoğan

Putin’i Erdoğan’la müttefik görmek, Erdoğan ve AKP’nin Rusya-Çin ve ortaklarıyla olan ilişkilerini ‘dostluk’ ya da ‘denge siyaseti’ olarak okumak büyük bir yanılgı ya da çarpıtmadır. 15 Temmuz’dan beri Türkiye ve bağlı olduğu Doğu ittifakının çizmeye çalıştığı resim budur ama gerçekte yaşanan ‘ortaklık’ değil ‘bağımlılıktır’. Uç bir yorum olan bu alt başlıkla anlatılmak istenen de budur. Bu ilişkilerin derinliğini yeni yeni idrak eden Batı aklının siyah alarm verdiğini ve bu durumu çok ciddi bir tehdit ve hedef bilerek teyakkuzda olduğunu not düşerek Türkiye 2023 seçimlerine gelelim.

Şimdilik iktidarı ve muhalefetiyle herkesin ekonomik kriz nedeniyle ötelediği ama seçimin esas belirleyicisi olacak ‘Kürt sorunu’ ve tüm tarafların sona sakladığı ‘Kürt kartları’ ile Türkiye tarihinin en kritik seçimlerine gidiyor. Geçim derdi, pahalılık, zamlar, kurlar yüzde bir dışında tüm Türkiye’yi sarsmış durumda. Muhalif taraflar ‘ekonomi berbat, Kürtler de cepte’ rahatlığıyla seçimi şimdiden kazanacaklarına emin görünüyorlar. Peki gerçekten Batı’dan doğan AKP iktidarı Doğu’dan batacak mı?

Rusya/Putin, Çin ve İran gibi Batı karşıtı cephe sadece dışarıda değil içeride de Erdoğan ve ittifakının kazanması, elinin güçlenmesi için kendi lokal çıkarlarından dahi ödün verebilecek kadar kararlı ve her açıdan teyakkuz halindeler. Türkiye 2023 seçimlerini Batı güçleri de Doğu güçleri de kendi ülkelerindeki seçimden daha az önemsiz görmüyor. Ama özellikle Doğu blok ele geçirdiği Türkiye’yi kaybetmemek için tüm imkanlarıyla seferber olmuş durumdalar. İktidar için seçim sürecinin en güçlü ayaklarından birinin dış politika olacağı şimdiden belli oldu. Putin uzun zamandır Rusya-Ukrayna savaşını bitiren dünya lideri olarak Erdoğan’ı öne sürme peşinde. Ukrayna ve Batı güçleri de bunun farkında olduğu için Rusya ile aracı olarak Türkiye yerine Suudi Arabistan’ı öne sürmek istiyor ama Rusya, Türkiye üzerinden yapılan girişimlerde uzlaşmacı role girerek Ukrayna’yı Türkiye’ye mecbur bırakmaya çalışıyor. Şuan öyle bir emare ya da ihtiyaç yok ama neler yapılabileceğine örnek olması açısından, büyük lider Erdoğan’ın girişimi ve Çin’e ayar vermesi(!) ile Çin’in küçük, göstermelik bir Uygur açılımı bile yapabileceği ihtimaller arasında sayılabilir. Yani büyük Türkiye güçlü lider imajı için Doğu dış güçlerinin hem içeride hem dışarıda kredisi limitsiz. Bu güçler sadece siyasi olarak değil seçimi kurtarabilmeye yeterli geçici bir ekonomik rahatlama için de seferber olmuş durumdalar.

AKP iktidarı, partisinin ve Türkiye’nin ‘asli ekseni’ ile ilk 10 yılını ekonomik gelişmeler ve AB reformlarıyla ‘başarılı’ bir şekilde yürüttü. Sonra 5-6 yıllık bir -eksen kayması değil- eksen şaşması yaşandı. Demokratik açılımlar devam etse ve barış süreci başarılı bir şekilde sonuçlanabilseydi artık bölgede güçlü bir Anadolu-Mezopotamya/Türkiye ekseninden söz edilecek ve Ortadoğu’da Arap(Batı) ve Fars(Doğu) denklemleri Türk-Kürt (Türkiye) ittifakıyla sarsılacaktı. Barış korkusu ve iktidar/saltanat hırsı galip geldi. Daha sonraki 5-6 yılda yaşanan/yaşadığımız süreç ise eksensizlik ve Doğu/Asya dış güçlerine ‘uydu’ sürecidir.

Barışanın, helalleşenin kazanacağı bir yıl

Önümüzdeki seçimlerin en az Türkiye kadar bölgeyi ve dünya güçlerini ilgilendirdiğini, Doğu ile Batı arasında bir kapışmanın yaşanma ihtimalinin güçlü olduğunu hesaba katarak her tür gelişmeye hazırlıklı olmak gerekir. Uluslararası dengeleri (bağımlılıkları değil), ilişkileri, bölgesel gerçeklikleri gözeterek, şiddete, nefrete, düşmanlığa değil sokaklara, köylere, toplumsal özgüce dayanarak, cesaretle helalleşebilen, barıştan korkmadan yüzleşen iradelerin, inisiyatiflerin öncülük ettiği bir süreç yaşanırsa, -yeryüzünün binlerce yıllık gidişatından ve küresel sistemden ayrı olarak-, ülkemizin ve bölgemizin sırtına bindirilmiş ve yüzyıllık birikmişliğiyle artık taşınamaz hale gelen yüklerin çoğundan kurtulacağımız bir yıl, yeni bir yüzyıl, yeni ve demokratik bir cumhuriyet bekliyor hepimizi.  Aksi halde yaşanabileceklerin ‘en iyi’ ihtimallerini dahi düşünmek istemeyiz. Barıştan uzak olana uzak olalım.

Cihad Ebrari  –  Çanakkale Cezaevi

Gazete Duvar

  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Yorum bırakın