Konuşma sırası şaşırmayanlarda
Evet şimdi eleştiri ve özeleştirileri yüksek sesle paylaşma zamanı.
Seçim öncesi süreçte kısık seslerle ben ve benim gibi niceleri ilgililere, yetkililere defalarca uyarılarda bulunduk, eleştirilerimizi yönelttik. Altılı masanın inşa edilmesinden tutun, çok rahat yüzde 15leri görebilecek HDP’nin son aylarda aleni bir şekilde oylarını düşürmek için çok büyük çaba sarfetmesi, akla ziyan stratejiler, taktikler ve adaylarla alınan sonuca dair konuşulacak çok şey var. Her şey, her neden konuşulmalı. Bu sonuçlara şaşırmayanlar konuşsun, sorumlular da özeleştirisini ve halka karşı hesabını versin.
Altılı masa ve HDP
Altılı masa girişimlerinin ilk günlerinden beri şaşırdık kaldık. Muhalif sağın ayrı bir ittifak/masa kurmasının, muhalif solun da ayrı bir ittifak/masa kurmasının gerekliliğini, aksi takdirde iktidardan kopuş olmayacağını defalarca ilettik. En sonunda herhalde bizim bilmediğimiz bir şeyler biliyorlar dedik, çok ilginç hangi akla hizmet bu kadar rahat ve eminler anlam veremedik. Yanılmayı çok istedik, yanılmak için çalıştık ama maalesef yanılmadık.
Altılı masa ilan edildiğinde Kılıçdaroğlu’nun adaylığında anlaşma sağlanmadan bu masanın kurulmasına ve ilan edilmesine de şaştık kaldık. Zira son anda KK’na karşı bir darbenin gelişeceği çok ama çok aşikardı. HDP’nin getireceği yüzde 10 desteğin altılı masanın sağ kanadından ve ulusalcı tabanından 5 puan götüreceği gün gibi ortadaydı. Oysa direk ikinci tura çok ittifak ve çok adayla gidilerek nihayetinde hem mecliste kazanarak hem de ikinci tura çok daha rahat ve zarar görmemiş bir şekilde muhalif sağ oyları ve HDP’yi bütün olarak taşımak çok kolaydı. (‘Mansur Yavaş’la ilk tur’ da bir çok nedenden dolayı başarılı olması çok düşük bir ihtimaldi)
‘Kılıçdaroğlu aday olmasın, kazanamaz’ diyenler hiç ama hiç ‘biz demiştik’çi ahkamlar kesmeye başlamasın ve kalkmasın. İki yıldır kazanabilecek tek adayın Kılıçdaroğlu olduğu tartışmasız bir gerçekti. Kılıçdaroğlu kaybetmedi. Kılıçdaroğlu’na rağmen muhalefet kaybetti ve hatta kaybettirdi. Kılıçdaroğlu iktidardan çok muhalefete karşı mücadele vermek zorunda kaldı. İktidardan çok muhalefet yıprattı, yordu. Aleviliğini tartışmaya ilk açan malum ‘solcular’ oldu. Hem sağ-muhafazakar kesimden hem Kürtlerden çok rahat oy alabilecek tek aday KK idi. Bu, gün gibi gerçeğe bile isteye karşı oldular. ‘Sol-seküler mühendisliğin’ Türkiye gerçekliğinden ne kadar kopuk olduğuna, kendi mahallelerine ve sosyal medyaya ne kadar çok kapıldıklarına yüzüncü kere daha şahit olmuş olduk. Cumhur’a en güçlü darbe olan ‘helalleşme’ hamlelerinin karşısında hep CHP ve o ‘solcular’ yer aldı. (Seçim sonuçlanırken içerideki karşıtlar kendilerini daha net belli ettiler.) Cumhur’un her duyduğunda minnet duyduğu ‘hesaplaşmayı’, ‘helalleşme’ karşısına son ana kadar kasıtlı olarak koyan, alttan alta KK’na posta koyan popülist ‘devrimcilik’ kaybetti ve kaybettirdi. Türkiye seçimlerini devrim sanan, daha doğrusu devrimle yapılabilecekleri sistemin seçimiyle yapabileceklerini sanan, oy kullanmayı devrimci hamle zanneden ‘solcular’, yargılayacağız, hesap soracağız diyenler bitti ve bitirdi. Kılıçdaroğlu’na oy isteyen partiler ona karşı söylemlerle kampanyalar yürüttü. Akşener ile birlikte Kılıçdaroğlu’na karşı ‘Ekremci’ darbe girişiminde bulunanlar da bu muhalifler ve bu ‘solcular’. (İmamoğlu ve Yavaş, Kılıçdaroğlu kampanyasında gerçekten çok çalıştı, çok katkı sundular bu başka mesele) Yani İmamoğlu hatta Yavaş aday olsaydı da sağ açısından olabilecek sonuç değişmeyecekti. Yanlış, altılı masa kombinasyonunda ve ittifakının şekillendirilmesinde ve HDP’nin eklemlenirken ki taktiklerindeydi ve hatta eklemlenmesiydi.
HDP, TİP, Yeşil Sol vd…
HDP’ye gelince; vitrini ve sosyal medya ile tabanı/sahası arasında en ciddi farklılık gösteren partidir HDP. Bu yıllardır böyledir ve herkes bilir. Bunu eleştiri olarak dile getirmiyorum. Vitrin ne kadar ‘radikal sol’ ve ‘en laik’ görünse de tabanı her şeyden önce milli/muhafazakar-seküler bir tabandır. Bu tabanı ve sahayı inatla tanımak istemeyenler, kabul etmek istemeyenler var. Yıllar içerisinde olumlu anlamda parti-taban ilişkisinde etkileşimler, dönüşümler, uyumlanmalar oldu. Özellikle kadın gerçekliği karşısında partinin tavizsiz tutumu çok şeyi değiştiriyor, dönüştürüyor. Ancak olması gereken milliyetçiliğe ve feodalizme karşı duruş büyük ölçüde kendini milli/ulusal olgulardan koparıp Türkiye’nin açık ara en yoksul ve en ezilen kitlesine -yoksul mahallelerdeki Türk solunu değil- ‘orta sınıfçı (ve gizli milliyetçi) solu’ taşıtmaya çalışıyor. Bu çabalar yıllardır tutmadı. 7 Haziran’da da sonrasında da işte şimdi bugün de yüzde 15 elimizin tersiyle itildi. 7 Haziran sonuçları tüm saha verilerine rağmen kasıtlı olarak yanlış okundu ve anlatıldı. Sonrasında artık daha da bozmaz dedikçe daha da bozdu. Bugün ‘e yok artık o kadar da olmaz, hele hele bu seçimlerde asla yapmazlar, o kadar da değil’ dedikçe hiç en ufak bir izaha dahi gerek duymadan, uyarılara kör kalarak, eleştiriler yaftalanarak TİP meselesi halkın önüne getirildi. İlk defa sahadaki tepkiler sosyal medyaya taştı. (Ki normalde HDP’nin sahadaki, bölgedeki, sokaktaki asıl sorunları sosyal medyaya yansımaz.) Halkın tepkilerine, uyarılarına, oy vermeyiz demelerine rağmen adeta ‘el mahkum seçim günü vereceksiniz’ denilerek çok ilginç taktikler, adaylar ve ittifak içi rekabetle bu seçime gidildi. Demirtaş ve Kışanak’ın halkta tamamen karşılık bulan çağrıları havada bırakıldı.
Yüzlerce insan yüzde 10’un bile bu şekilde geçilemeyeceğini ifade etti. Şimdi bize ‘80 vekil kesin, hedefimiz 100 vekil’ diyenlerin cevap vermesi gerekiyor. Bu karar hem doğuda hem batıda YSP oylarını geriletmiştir. Geriletmekle kalmamış verilen oyları da işlevsizleştirmiştir. TİP’e verilen çoğu oy TİP’e gitmemiştir, bütçesel karşılığı da olmamıştır. TİP’in yüzde 3’ü geçmeyeceği de, alacağı maksimum vekil sayısı da ortadaydı. Tek bir vekilin dahi son derece önemli olduğu bu seçimde AKP-MHP’ye 5-10 vekil verme riski bile isteye alındı, ‘inatçıyız’ denilerek. TİP her ne kadar çok dikkatli hesaplar kitaplar yaptık, ülkemizi elbette düşünüyoruz dese de’ kendini düşündü, sosyal medyayı ve mahallelerini Türkiye zannetti, büyük bir riske attı seçimi. 12 vekili ve yüzde 3’ü kesin gördüler ve hiç şüphe bile etmediler. Bunlara da şaşırmadık. Burada asıl sorumlu TİP değil önceki seçimde de adaylık teklifi götüren bu seçimde de ayrı listeyle girilmesinin eksi değil artı olacağını savunan ve HDP’ye halka rağmen hiç demokratik bir şekilde olmayan dayatma ile halkın karşısına getirenlerdir. Yıllardır gelen tepkiler ve yapılan eleştiriler HDP’nin sol ile ittifak kurmasına, solun tüm kesimleriyle ortaklaşma çabasına yönelik değildi. Sanki eleştiriler buna yönelikmiş gibi çarpıtıldı, top taca atıldı.
Elbette Kürtler açısından önemli olan ideolojik birlik değil milli bir hak arayışı çatısı olması. Daha sonra HDP ile Türk Kürt Ermeni Alevi Sünni Ezidi olmasıyla sevildi evet. Daha önemlisi Müslümanı, ateisti, Ermenisi, sosyalisti, anarşisti, demokratı, ekolojisti vd hepsinin ortak ilkeler etrafında toplanabildiği bir çatı olmasıydı Türkiye için. Ancak Kürtler dışında sadece tek bir ideolojik renge kapılar açık bırakıldı. Diğerleri zorlayarak kapıdan içeri girebildi ve ‘renk’ olarak kaldı. Bireysel katılımlar öncülenmedi bileşenler hukuku hep hakim oldu. HDP başından beri kapısında karşılıksız girmek için bekleyen yüzde 5’i durdurup içeri girmek istemeyen yüzde 2’yi zorla rica minnet tavizlerle büyük alanlar/imkanlar açarak içeri almak için çabalıyor. Sosyal medya ve Türkiye orta sınıf solcularının mahallelerinden, caddelerinden, sahil şeridinden asla görülemeyecek şeyler var. Bu konu çok uzar gider ben hemen seçime geleyim şimdilik.
HDP yani YSP, hiçbir şey yapmasa bile nüfus artışından kaynaklı yüzde 2 oy artışı cepte olan bir parti nasıl bu hale geldi, gerileyebildi. Geriletebilmek gerçekten ciddi bir başarı yani. Bölgede katılım oranında artış ve patlama olması gerekirken katılım oranı önceki seçimlere kıyasla yüzde ona kadar nasıl neden düştü? Katılım azalmasının şüphesiz Cumhurbaşkanlığı seçimini de olumsuz yansıması oldu. HDP tabanının oylarını cepte gördü. HDP’nin artık bu taban gerçekliğine, eleştirilerine, önerilerine daha fazla direnmemesi gerekir. Mevcut verilen oyların yarısının mecburen sitemle kırgınlıkla verilen oylar olduğunu görmesi gerekir. Beklenen adayları, beklenmeyen adayları, esnetilen kuralları, esnetilmeyen kuralları halkla uyum içinde yapılması, alınan kararların dayatmayla değil demokrasiyle, ortak akılla, sadece bir kesimle değil farklı kesimlerle istişare ile alınması gerekir. Eleştirilerin önemsenmesi, tepkilerin yaftalanmaması gerekir.
Yeniden Refah oyları ile ilgili ciddi bilgiler geliyor. Deva, Saadet, Gelecek seçmenlerinin bir çoğunun CHP ‘ye oy vermeleri gerektiğinden haberinin olmaması, pusulaya gidip bulamayınca Refah logosu ve yazısını görünce YRP’ye veren çok kişinin olduğu anlaşılıyor. Haberi olduğu halde eli CHP’ye gitmeyenlerin de YRP’ye yönelmiş olabileceği konuşuluyor. Bunlar yüksek ihtimalli değerlendirmeler, çünkü YRP’nin bu oyu alması mümkün değil.
Yine aynı şekilde Yeşil Sol Parti’ye oy vermek isteyen binlerce seçmenin yanlışlıkla Sol Parti’ye verdiği kesinleşti ve kıl payı vekillik kaybedilen yerler oldu. Lafı açılmışken HDP’nin yerine hazırlanan Yeşil Sol Parti’nin adında Sol olmasının da kesinlikle HDP tabanı açısından olumsuz etkisi oldu ve sandığa yansıdı. Logosu güzeldi gerçi ama adının ve logosunun daha HDP’yi andıran bir parti olması gerekirdi.
RTE karşıtı toplumsal değil sansasyonel çıkışların ve adımların eninde sonunda RTE’ye can simidi olduğu bir gerçek. Bu artık kanıksandı ama hala kendilerince iktidar karşıtlığı yapmaya, zarar vermeye çalışıyorlar. Yeşildağ videoları üzerinden Putin yardımıyla kurgulanan İnce darbesi son hafta en az yüzde 3’ü doğrudan Oğan ve AKP’ye eklemledi. Zaten her hafta değişen bir yüzde onluk gezgin oy vardı ve son hafta bu seçmeni etkileyecek bir hamle bekleniyordu cumhurdan. Geldi ve başarılı oldu.
Mecliste cumhuru biraz geriletmenin başarı olmadığı açık. İkinci tura kalmasını sağlamak da başarı değildir. Biz kazanmadık ama onlar da kazanmış değil. Şimdi daha aklı başında bir strateji ve taktikler ile dersler alınmış olarak mücadeleye devam etme zamanı. Dünden daha güçlüyüz.
Doğal Afet mi?
Afet, olayın kendisi değil doğurduğu sonuçtur. Bu evrensel tanım AFAD’ın temel eğitimlerinin de ilk başlığıdır. Yani depremin kendisi sebebiyle değil sonuçları nedeniyle bir afetle karşı karşıyayız. Peki madem olayın kendisine değil sonuca afet diyorsak, yani depreme değil yıkıma afet diyorsak biz bu afete neden doğal afet diyoruz? Bu ağır bedel, yıkım ve hasar doğal mı? Bilakis yüzde yüz yapay. Doğal afet ifadesi depremi değil depremin sonuçlarını doğallaştıran yani normalleştiren bir aklama biçimidir. Deprem milyonlarca yıldır olan ve olması gereken bir doğal olaydır, bu olayın afetle sonuçlanması insanın işidir, doğanın değil. Bu sistemin, kentlerin, yapıların doğal olduğunu savunan var mı? Karşılaştığımız afet de doğal değil tamamen insan nedenli yapay afettir. Afet yapay, çaresi doğaldır.
Ağır yıkım ve sonuçlarının hiç doğal olmadığını hemen hepimiz biliyoruz. Evet, müteahhitler, çarpık kentleşme, kapitalizm, yozlaşmış devlet rejimi ve iktidar ilişkileri, imara açılan alanlar, Japonya örnekleri, hırs, rant, ihmal vs hepsi konuşulmalı, üstüne gidilmeli. Ancak deprem afetini en çok da ekolojik krizin sonuçlarından biri olarak görmediğimiz sürece, doğadan kopuşun lanetlerinden biri olarak tartışmadığımız sürece çareden, çözümden çok uzaklarda olacağız.
Batı’dan doğan iktidar Doğu’dan batacak mı?
Türkiye islami kesimi; Komünizmle Mücadele Dernekleri, Rabıta ve ‘Afgan Cihadı’ aracılığıyla sağcı-batıcı sünniliğe aktarılan milyonlarca dolar, ‘evrim eşittir ateizm’ ve ‘solculuk eşittir din-iman düşmanlığı’ kampanyalarına harcanan milyarlar ve Yeşil Kuşak Projesi ile çok kapsamlı bir kırıma uğradı. Sedat Yenigün ve Metin Yüksel gibi sağ ile kavgalı ‘yeşil komünist’ ve ‘sosyal islam’ çizgisinin öncülerini derin suikastlar ile tasfiye edip sağcı islamcılara yol açma operasyonları da bu kırıma dahildi. Ancak tüm bunlara rağmen 90’lı yılların sonuna gelindiğinde radikal islamcı denilen ve meydanlarda yüzbinleri dolduran ‘illegal’ islami hareket, kapitalist-emperyalist sistem ve hatta devlet karşıtlığı duruşu ile güçlenmeye devam ediyordu. Sağ ile kavga ederken, uluslararası denklem ve dengelerde bir türlü yüzlerini ABD ve Batı’ya dönmüyorlardı. Bir yandan da Erbakan liderliğindeki ‘legal’ muhafazakar islami parti, siyasette Batı karşıtı ve Doğu Asyacı politikalarla dikkat çekiyordu. Her ne kadar başörtüsü yasakları, ikna odaları ve tanklara balans ayarı ile simgeleşmiş de olsa, 28 Şubat’ın en önemli nedeni işte buydu. Yollar, yöntemler ve uygulamalar farklıydı ama 12 Eylül’ün de 28 Şubat’ın da failleri ve amaçları aynıydı.
28 Şubat sürecinde ‘’Laiklik elden gidiyor’’ denilerek kadınlara bedenleri ve giyimleri üzerinden pervasız bir devlet şiddeti uygulandı. Laiklik adına kamusal alan yasaklanarak, örtülü kadınlar eğitimsiz bırakılmak ve evlere hapsedilmek istendi. Türkiye toplumunun yarısında bugün hala laiklik denilince ilk akla gelen şey, işte bu 28 Şubat laikliğidir. Tüm bunların amacı; devlete aidiyet bağı olmayan, adalet ve özgürlük talepleri olan, duvar yazılarını Kürtçe de yazabilen, “sınırsızlığı ve sınıfsızlığı” savunan, “Hakkı savunmak en büyük ibadettir” diyen ve daha önemlisi antikapitalist-antiemperyalist duruşu olan, “toplumsal islam” / “devrimci islam” çizgilerinin öncülük ettiği uluslararası arenada “direniş eksenini’’ benimseyen islami/islamcı siyasi itirazları engelleyerek sağcı, devletçi, milliyetçi bir muhafazakar islamcılık yaratmaktı.
Yasaklar, örtülü kadınların giyimi ve yaşam tarzına toptan ve sert bir müdahaleydi, ancak asıl hedef müslüman kadının örtüsü ya da dini vecibeler değildi. Yasaklanan başörtüsü bazen İrancılığı, bazen devrimciliği, bazen rejim ve devlet karşıtlığını, bazen de siyasi toplumsal bir itirazı simgeliyordu. Gericilik, irtica, laiklik kavramları kılıftı, bahaneydi. ‘Yüce dinimiz İslam’ın ve ‘Anadolu’daki analarımızın-bacılarımızın’ örtüsüyle hiçbir sorunumuz yoktu. Mesele başörtüsü ya da İslam değil, hangi başörtüsü, hangi İslam idi. Nitekim Türkiye’nin dört bir yanında üniversitelerde başlayıp sokaklara meydanlara taşan, yüz binlerce katılımın olduğu, polisin jandarmanın sert müdahalelerinin ve çatışmaların yaşandığı gösterilerde ve hep olaylı geçen başörtüsü eylemlerinin sembolü olan Beyazıt Meydanı’nda hiçbir zaman vatan-millet hassasiyeti güdülmez, sağ muhafazakarlığın esamesi okunmazdı. Başörtüsü eylemlerinde islami bayraklar dışında bayrak açılmaz, adalet, hak ve özgürlük talepleri dışında pankartlar, dövizler yer almaz, ‘Türk bayrağı’ açma girişiminde bulunan tek tük kişiler de açtıkları gibi bayrağı geri indirirlerdi. Bugünlerde devletin köşe başlarını tutmuş, görünmez yönetici heyetlerde yer alan, taze ultra devletçi milliyetçi, eski mücahid yeni müteahhit abiler uyarırlardı o müteşebbisleri. ‘Ya Allah Bismillah’ diye başlayan cılız sloganlar başörtüsü eylemlerinde asla karşılık bulmaz, biri teşebbüs etse de devamı asla gelmez, getirilmez ve susturulurdu. Yani islami/islamcı kesim devletle, sağcılıkla, milliyetçilikle kavgalıydı. Asıl sorun ve sebep buydu. Çeçenistan bağımsızlık savaşında Türkiye legal/illegal islami hareketi tüm gücüyle direnişe destek olup Rusya’ya karşı canlarını ve mallarını seferber ederken; Amerika, Alparslan Türkeş üzerinden Çeçenistan için elini uzatıp en azından bu konuda beraber olmak ve ortak düşman karşısında birliktelik yapmak için ne istenirse dileyebilecekleri mesajlarını veriyordu. Ancak başörtüsü ve Çeçenistan eylemlerinde Beyazıt Meydanı başta olmak üzere tüm alanlar her zaman ‘Kahrolsun Amerika-İsrail’ sloganları ile inliyor ve sağcı-batıcı blok ne yapsa olmuyordu.
Başörtüsüne özgürlük eylemlerinin bel kemiği, lokomotifi ve öncüleri, muhafazakar-partili-ılımlı kesim değil, Metin Yüksel çizgisindeki ‘’devrimci islami’’ direniş hattıydı, ‘radikal islamcılıktı’. 10 yıl boyunca suikastlar, tasfiye operasyonları, başörtüsü yasakları ve sert müdahaleler, milyonlarca dolarlık ABD ve Suudi fonları ile çalışan dernekler, vakıflar, cemaatler, casuslar ciddi başarılar elde etse de, Türkiye siyasi islami/dindar dinamizmini tam anlamıyla sağcı-devletçi-milliyetçi ve Amerikancı-batıcı yapmaya yetmedi. Tek yol kalmıştı; ‘’post-modern darbe’’ ile radikaller ezilecek ve dağıtılacak, ılımlı olan partililer ikna edilecek ve yola getirilecekti. ‘Partisizleri’, ‘radikalleri’, devrimcileri ezdiler ve dağıttılar, işinden aşından ettiler, ailelerini dağıttılar, mizansen operasyonlar kurguladılar, tehdit ettiler, şantaj yaptılar, işkencelerden geçirdiler, her birini başka bir cezaevine başka bir koğuşa gönderip yıllarca hapsettiler, kaçırdılar, kaybettiler, kontra yapılara infaz ettirdiler, liseler basılıp öğrenciler DGM’lerde idamla yargıladılar. Bunların hiçbiri iktidarın 28 Şubat belgesellerinde yer bulmadı.
28 Şubat, başörtüsü yasakları ve baskılar, devletin tamamen ayırmaya, kamplaştırmaya çalıştığı sol-sosyalist / Kürt çevreler ile islami kesim arasında sınırlı da olsa bir temas ve iletişim alanı açtı. Başörtüsü eylemlerine gelen sol örgütler geliyor, insan hakları temelli, sol ile ortak toplantılar ve eylemler de gerçekleştiriliyordu. Ama artık ülke için en büyük iki tehdit, MGK’larda da ilan edildiği üzere irtica (resmi metinlerde ve paşaların açıklamalarında irtica olarak değil ‘rejim aleyhtarı irtica’ olarak geçiyordu) ve bölücülüktü, yani ‘sol (ve son) islamcılar’ ve Kürtler… Ahmet Kaya bir yandan kendini, Kürtlüğünü tanımaya ve anlatmaya çalışırken bir yandan başörtüsü eylemlerine destek veriyor, yasakçılara sert çıkıyordu. O günlerde dindarlar ve Kürtler öcüydü, haindi, ajandı, bölücü ve teröristti. Bugünlerde ise ‘dinsizler’ ve yine Kürtler…
Günümüzde, ‘28 Şubat’ın mağduru ve hedefi bizdik’ diyerek siyasi çıkar peşinde olan, bu kırım harekatının hedefi değil amacı olan ve 80’lerden beri yolu açılanlar var. Peki Türkiye tarihinin en başarılı darbesi diyebileceğimiz 28 Şubat’ın resmi hedefleri, amaçları nelerdi. 28 Şubat’ın meşhur Genelkurmay brifinglerinden alıntı yaparak kaldığımız yerden devam edelim.
- İrticacılar ülkenin siyasal isminin sadece Türkleri değil, tüm grupları da içerecek şekilde değiştirilmesine çalışmaktadırlar.
- İrticai kesim, kendi ideolojisini ülkeye yerleştirmek ve hakim kılmak doğrultusunda halihazırda ülkenin en hassas konusunu oluşturan kanlı terör örgütü PKK ile ilişkiye girmekten kaçınmamakta, bu şekilde terörü sona erdireceği noktasından hareketle, örgütü ve bölge halkını kendi amaçları için kullanmanın yollarını aramaktadır.
- İrticai kesim bölücü terör örgütünün ısrarla dile getirdiği ateşkes, bölgesel özerklik, genel af, olağanüstü halin kaldırılması gibi hassas konulan kendi medya organlarında sık sık tartışmaya açmış, temsilcileri vasıtasıyla da bölücü terör örgütü ve sözde sürgündeki Kürt Parlamentosu üyeleri ile doğrudan ilişkilere girmişlerdir.
- Bölücü terör örgütünün Türkiye’ye yönelik emellerini gerçekleştirmek için, kendilerine en yakın müttefik olarak radikal İslamcı grupları gördüğü ve Kuzey Irak’taki kamplarda yapılan eğitimi, cihat hazırlıkları olarak lanse ettiği tespit edilmiştir.
- İrticai kesimin yükselişi karşısında bölücü terör örgütünün başı, MED-TV’de yaptığı açıklamada; ülkemizde irticai faaliyetlerin artmasını, amaçlarının tahakkuku için uygun bir fırsat olarak değerlendirmiş ve bu kesimle ilişkilerin daha da geliştirilmesi gerektiğini açıkça beyan etmiştir.
- Terör örgütünün başı bu beyanı yaparken, irticai görüşe sahip bazı siyasi parti yetkilileri de bölgede taban oluşturmak maksadıyla; PKK terör örgütünün güdümünde bulunan HADEP yetkilileri ile yoğun temaslarda bulunmuşlardır. Bu konu televizyonda yayımlanan bir açıkoturumda bizzat HADEP yöneticileri tarafından kamuoyuna duyurulmuştur.
- Bu siyasi partinin irtica yanlısı Diyarbakır İl Başkanı, bölücü örgüt başının kendi partisinden aday olabileceğini açıklıkla ifade etmiş ve bu görüş maalesef aynı partinin bazı parlamenterlerince de desteklenmiştir. Benzer olay 1991 yerel seçimleri öncesinde de, HADEP’le işbirliği yapılmak suretiyle sergilenmiştir.
- Avrupa’daki bölücü örgüt büroları ile Avrupa Milli Görüş Teşkilatı’nın, Türkiye Cumhuriyeti aleyhinde yapılan eylemleri birlikte organize ettikleri, yurtiçinde de Milli Gençlik Vakfı ile HADEP’in Cumhuriyet rejimine karşı ortak mücadele başlattıkları hakkında önemli tespitler yapılmıştır.
- Sözde adil düzen kavramı içinde; özellikle belli bir dini görüş ve inanca sahip olanlarla, olmayanlar arasında farklılık ön plana çıkartılmış, bu dini görüş ve inanca sahip olmayanlar, düşmanca hareketlerin hedefi olarak gösterilmiştir.
- Türkiye’de etkinliği gittikçe azalan bölücü terör örgütünün yurtiçinde ve yurtdışında irticai unsurların gerisinde ve desteğinde yer almaya başladığı ve ittifak oluşturma çalışmaları ile yeni bir çıkış yolu arama gayreti içinde olduğu bugün belirginlik kazanmaktadır.
- İç ayaklanmaya doğru ivme kazanan bu irticai faaliyetler bugün maalesef suni gündem söylemleriyle kamufle edilmeye çalışılmaktadır.
- Dışarıdan gelebilecek bir tehlikenin bertaraf edilmesi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir görevi olduğu gibi, Anayasa tarafından belirlenen Cumhuriyet’in niteliklerini değiştirmeye ve ortadan kaldırmaya yönelik olarak içeriden ve dışardan gelecek tehlikelere karşı Türk yurdunun ve Anayasa ile tayin edilmiş Türkiye Cumhuriyeti’nin koruma ve kollanması TSK’nin görevidir. TSK, bu görevini yapabilmek için dış tehdidi olduğu gibi iç tehdidi de değerlendirmek zorundadır. Bu husus, Türkiye’nin milli askeri stratejisinin vazgeçilmez bir öğesi olup, hayati milli menfaatlerimizin bir neticesidir.
Diğer taraftan, TSK için durumdan vazife çıkarmak ve gerekli tedbirleri almak da bir görevdir. Dolayısıyla, TC’ni iç ve dış tehdide karşı koruma ve kollama görevini yaparken, mevcut ve muhtemel tehditleri devamlı olarak izlemek ve değerlendirmek milli askeri stratejiyi oluşturmanın yanı sıra, en kötü senaryoyu tespit etmenin de, temel noktasıdır. - TSK, irticai faaliyetleri iç tehditte, bölücü terör ile aynı seviyeye, yani birinci önceliğe yükseltilmiş ve bu duruma bağlı olarak, yeni bir teşkilatlanma içinde Batı Çalışma Grubu oluşturulmuş ve faaliyete geçirilmiştir.
Savcılar, hakimler, yargı mensupları, medya patronları, çalışanları ve siyasilerce dakikalarca ayakta alkışlanan bu Genelkurmay brifingleri hep “tek millet, tek vatan, tek devlet, tek dil, tek bayrak” ifadeleriyle bitiyordu.
“Türkiye’nin Batı’ya dönük olan yüzünün korunması gerektiğinin” altının çizildiği 28 Şubat resmi ana metinlerinden olan MİT irtica raporunda ise şu ifadeler yer alıyor: “İran Devrimi’ni örnek alarak benzer bir strateji ile Türkiye’de şeriat devleti kurmak isteyen Radikal İslamcı Grupların faaliyetleri son yıllarda İslamcı çevre içinde ön plana çıkmış durumdadır. Halihazırda çok parçalı dağınık bir yapı içinde 30 kadar grup etrafında toplanan anılan unsurlar Kürtçülük konusu başta olmak üzere Türkiye’nin ve dünyanın gündemindeki sosyal ve siyasal içerikli her türlü olaya militanca T.C. aleyhtarlığı bazında yaklaşmaktadırlar.”
Partili muhafazakarlara, ‘milli’ ılımlılara gelince; Erbakan, devletin bugün FETÖ olarak adlandırdığı Gülen Cemaati’ne en başından beri mesafeli duruyor, selam dahi alıp vermiyor, o zamanlarda bile Cemaat’in Amerikancı ve darbeci olduğunu söylüyor, 28 Şubat ve başörtüsü yasaklarında bu yapının da dahli olduğunu ifade ediyordu. Ancak Cemaat dış bağlantıları gereği, siyasette oyuncu değişikliği yapmak istiyordu. Gülen Cemaat’i ile ortaklık ve ABD-Batı ile işbirliği karşılığında Erbakan ve partisine ülkeyi ve iktidarı vaat ettiler. Ne yaptılar ne ettiler Erbakan’ı ikna edemediler. Erbakan islami/islamcı kesim ile devlet arasında bir barış bir değişim istiyordu ama çok odaklı devlet, yüksek ve aşılması zor duvarlar örmüştü. Erbakan bu duvarları aşmak için de dış güçlerle işbirliği dayatmasını kabul etmiyordu.
(Not: Erbakan dindar kesime karşı devletin ördüğü yüksek duvarları ‘’Çanakkale ruhu’’ ile aşmaya çalıştı. AKP ve dış güçlerden bağımsız olarak, İslami kesimin ‘vatan ve bayrakla’ barışmasında, helalleşmesinde Çanakkale önemli bir rol oynadı. Kürt sorununun barışma ve helalleşme sürecinde de Çanakkale ruhunun kapı olacağı görünüyor, bekleniyor.)
Uzun yıllardır parti içinde iktidar çalışmaları yürüten sağ kanattan Erdoğan ve dış ilişkilerde aktif olan Gül gömlek değiştirmeye zaten hazır ve isteklilerdi. ‘‘Hocam partilerimiz kapatılıyor, seçimleri kazansak da, birinci olsak da adım attırmıyorlar, büyük hedeflerimize ulaşmamız bizim elimizde’’ (bu ifadelerin bir kaynağı yok, varsayım/zan) gibi gerçekçi gerekçelerle devreye girdiler. Fakat Erbakan bunu davaya ihanet olarak gördüğünü, Cemaatle ve ABD-Batıyla anlaşanların da hain olduğunu deklare etti. Ama zamanı gelmişti, altın tepside kaçırılmayacak bir fırsat vardı. Yıllar süren kırımın, kapsamlı operasyonların, suikastların, darbenin, boca edilen milyonlarca doların bir meyvesi olmalıydı. NATO’ya bağlı askeri cunta, paşaların brifinglerle ayar verdiği yargı-medya, ülkeden ve dünyadan bir haber ama kendini çok aydın ve çağdaş sanan laikçi-kemalist kesim, 28 Şubat ve başörtüsü yasaklarının şakşakçıları olan ve kendini sol zanneden ulusolcular, el birliğiyle AKP’ye ve Erdoğan’a iktidarın yolunu açmışlardı. ABD-Batı ile işbirliklerinde ve Ortadoğu projelerinde mutabakatlar ve dolayısıyla Cemaat’le anlaşmalar sağlandı, ortaklıklar kuruldu. ABD-Batı, Türkiye ve Ortadoğu’ya yönelik BOP gibi hayati hedefleri ve projeleri için Türkiye’de dindar-demokrat ve aynı zamanda kendine bağlı ya da müttefik bir iktidara ve lidere ihtiyaç duyuyordu. Erdoğan bu projede görev aldığını ve eşbaşkanlığını yürüteceğini iktidara geldikten sonra zaten ilan etti. Yollar açılmıştı, duvarlar aşılmıştı, Batı’dan yeni bir iktidar doğuyordu… Peki bu lider ve iktidar yıllar sonra bugün Doğu’dan batacak mı? Suriye, çözüm süreci, Kobani, 15 Temmuz ve 15 Temmuz’dan bugüne kadar büyük ölçüde Rusya-Çin tarafından yönetilen Cumhur İttifakı ve dolayısıyla Türkiye’nin son on yıllık süreçlerini biraz da bu pencereden okumak gerekir.
Çanakkale Cezaevi
Mahpusluğun ekonomik bedeli
Uzun zamandır, üretim konusu öncelikli gündemimde bulunuyor. Amacım Türkiye’nin güncel ekonomik sosyal siyasetine dair yazı yazmak olmamasına rağmen, artık bir devlet geleneği olarak 10 yılda bir misafir edilmem sebebiyle vakit bolluğunu fırsat bilip, ben de kendi penceremden bir şeyler yazayım dedim.
Pencere ‘penç’ ve ‘rah’ kelimelerinden oluşan Farsça kökenli bir kelime, beşinci yol anlamına geliyor. Dört duvar ardındaki ‘penceresiz kalanların’ penceresi de bir kalem ve bir kâğıt oluyor haliyle. Tutuklanmamın sebebi de araştırmacılık ve gazetecilik olunca, kendi çapımda hakkını vermeye çalışayım.
Ülkemizde yaşanan ağır ekonomik krizin, asgari ücretlisinden emeklisine öğrencisinden memuruna hemen her kesime etkileri çokça konuşuluyor ve görünen o ki daha çok konuşulmaya devam edecek… Ben de yeni bir tutuklu ve eski bir gazeteci olarak, her ne kadar yaklaşık üç aydır tek başıma olsam da kendi deneyimlerim ve sınırlı araştırmalarımla fark ettim ki bu zorlu sürecin altında kalan kesimlerin başında mahpuslar, yakınları ve aileleri geliyor. Daha önce Metris -M-Tipi (2011) ve Tekirdağ -E-Tipi (2012) Cezaevlerinde kaldım (aynı suçlama sebebiyle tutuklandım ve 2013’te beraat ettim). Şimdi tek kişilik bir odada olsam da E-Tipi’ni de deneyimliyorum.
Annem ve ablamlar 28 Şubat sürecinde yıllarca E-Tipi Cezaevlerinde kaldıkları için çocukluğumdan az çok bir aşinalığım vardı. Kendimce o günlerdeki koşullarla kıyaslıyorum bugünü. Elbette 20-30 yıldır cezaevlerinde olan, birçok zorlu süreci yaşamış ve bu maddi külfeti çok daha detaylı bir şekilde anlatabilecek pek çok mahkûm var maalesef.
Öncelikle şunu belirteyim ki “hapse girersem masrafım olmayacak, sigara param olsun yeter, devlet bakıyor ve ihtiyaçlarımı karşılıyor” gibi bir durum söz konusu bile değil. Bilakis ciddi bir külfet mahpus olmak. Ben tek başıma tutulduğum için normalde ve genellikle koğuştakilerle ortak/komün ödenen tüm ihtiyaçların masraflarını kendim ödemek zorunda kaldım. Ancak ortak ödense bile yapılan masraflar oldukça külfetli. Cezaevlerinde ihtiyaçlarını karşılayabilmek, ailelerine ve yakınlarına yük olmamak için -ki kimsesi olmayan mahpusların sayısı az değil- el işi üreten, kurumda çalışan mahpuslar dahi sigara parası çıkaramaz durumdalar. Yanlış hatırlamıyorsam Türkiye cezaevlerinde 300.000’den fazla mahpus bulunuyor. Bunların yüzde 99’unun ülkenin en yoksul ve en alt sınıfından olduğu gerçeği göz önüne alındığında, hapishanelerdeki durumu tahmin edebilmek zor olmuyor. Dışarıda nasıl bir geçim derdi ve pahalılık varsa içeride de var. Üstelik bizim bir para akarımız olmadığı ve çalışamadığımız için kazanamıyoruz ve sadece harcama, tüketme konumundayız ve (varsa) yakınlarımıza masraf oluyoruz.
PEKİ, NEDİR BU MASRAFLAR?
Kalem (ay olmadan bitiyor), kâğıt (mektuplar ve dilekçeler için ayda bir top kâğıt bitiyor. Cezaevlerinde her gün her şeyin dilekçelerle yürüdüğünü belirteyim), defter (mesela şu an bunları deftere yazıyorum), su, bardak, tabak-kaşık-çatal, saat, takvim, sandalye, masa, mektup zarfı ve pulları, çöp torbası ve kovası, çamaşır leğeni, çamaşır ipi, çamaşır-bulaşık deterjanı, tuvalet kağıdı, el-banyo sabunu, şampuan, lif, banyo-traş jiletleri, bulaşıklık ve sünger, diş fırçası ve macunu, süpürge, çek-pas, mandal, havlular, nevresim, battaniye, kadın mahpuslar için ek olarak ped ve bebek sahibi olan anneler için de bebek bezi vd. gibi birçok günlük yaşamsal ihtiyaç bulunuyor. Ve bunların hepsini cezaevinden satın almak zorundayız.
Giyim kuşam, ayakkabı, terlik ve çamaşır gibi ihtiyaçları ekstra masraf yapmadan yakınlarınız dışarıdaki eşyalarınızdan getirebilir ama cezaevi kurallarına uygunsa. Tabii burada olduğu gibi bazı cezaevleri hiç kullanılmamış ayakkabı ve terlik talep ediyor. Ben kendi eşyalarımı alamadım, her şeyim siyah olduğu için satın aldım mecburen. Yani koltuk takımı, halı, çamaşır-bulaşık makinesi dışında neredeyse bir ev düzme masrafı çıkıyor. Çok pahalı olduğu için televizyon almayı düşünmüyordum. Ama tek olduğum ve kitap, dergi, gazete imkânları önceki deneyimlere nazaran daha da kısıtlı olduğu için mecburen bir ay sonra 22 ekran bir televizyon almak zorunda kaldım. Sevk çıkması ve çıktığı yerde bir koğuşa verilme ihtimalinden dolayı buzdolabı ve kettle almadım. Ama bu buzdolabı ve kettle’ın mahpus için önemli hatta zaruri olmadığını düşündürmesin. Özellikle buzdolabı hayati önem taşıyor. Buzdolabı satın alabilince kurum kantininden meyve, sebze, peynir, yoğurt, zeytin ve dolayısıyla yağ, şeker, baharat vs. alabiliyorsun. Beslenmeyi kendi paranla sağlıyorsun, nitekim birçok kişi yaşamını böyle sürdürmeye çalışıyor. Bu da ciddi bir maliyet ama söz konusu sağlık. Maalesef sadece bugünlerde değil hapishanelerde hiçbir zaman yeterli, sağlıklı, temiz yemekler olmadı. Ancak özellikle son bir yıldır hem kendi şahit olduğum hem de farklı hapislerden yansıyan şikâyetlerden öğrendiğimiz kadarıyla çok acımasız bir kemer sıkma uygulaması var hapishanelerde. Elbette kimse bu ülkenin hapishanelerinde kaliteli, doyurucu, sağlıklı ve lezzetli yemekler beklemiyor. Ancak en azından yenilebilir, zararsız ve yeterli nitelikte ve çeşitte yemek sağlanmalıdır. Hapishane koşullarının zaten fiziki ve psikolojik olarak bağışıklık sistemini zayıflattığını biliyoruz. Dolayısıyla cezaevlerinde neden bu kadar hasta ve ağır hasta olduğunu ve bu kadar çok tabut çıktığını rahatlıkla anlayabiliyoruz. Yaşanan derin ekonomik krizle beraber başlayan bu kemer sıkma politikaları, pandemi bahane edilerek dışarıdaki normalleşme sürecine rağmen içeride hala sistematik bir şekilde devam ettiriliyor. Kalıcı hale getirilmeye çalışılan yasaklar ve kısıtlamaların daha ağır sonuçlara yol açması kaçınılmaz olacaktır.
Kantinlerdeki ürün fiyatları dışarıdaki gibi sürekli zamlanıyor. Mesela 22 ekran televizyonun ben girdiğimde liste fiyatı 2400 TL’ydi. Ancak iki hafta sonra 2900 TL’ye satın alabildim. Dışarıda paranıza göre daha kaliteli bir ürün alabiliyorken, içeride kurumun anlaştığı ve belirlediği tek çeşit, kalitesiz ürün listesinden almak zorundasınız. Listedeki ürünlerin büyük çoğunluğu arayıp bulamayacağınız kadar kalitesiz ürünler, ama fiyatlar gayet kaliteli! Buzdolabı olmayan oda ve koğuşlarda, hele ki nemli bir yerde kalıyorsanız soğan, sarımsak ve abur cuburlarla idare etmek durumundasınız. Kettle, kantinden satın aldığın çay, kahve, bitki çayı ve lazım olduğunda sıcak su için olmazsa olmaz bir alet. Yani buzdolabı ve kettle satın almazsan kantinden çay ve domates de alamazsın, yiyemez ve içemezsin. Kışın hala burada ve tek olursam kettle alacağım, fiyatı ne olursa olsun. Sıcak bir şey içmeden kış geçmez. Tabii televizyon, kettle, buzdolabı, saç kurutma makinesi, vantilatör gibi gereçleri alırken elektrik faturasını da hesaba katmak zorundasınız. Bende sadece televizyon olduğu halde 110 TL elektrik faturası geldi bir aylık.
Bunlar dışında ciddi bir kalem olan avukat ücreti, yakınlarının hafta içi işi, gücü, okulu bırakıp çoğunlukla şehirlerarası görüşe geliş gidiş masrafları (millet yılda bir bayramda memlekete gidecek yol parası bile bulamıyorken), posta ve kargo gönderim ücretleri var. Ve yine bana özel bir durum ama oğlumun annesiyle boşanmış olduğum ve artık yakın akraba olmadığımız için telefonla görüşme hakkını annesinin telefon numarası ile yapamıyorum. Bu sebeple oğlumla konuşabilmek için yeni bir telefon ve hat almak durumunda kaldık. Bu masrafı genelleyemeyiz elbette ama yine de belirtmem gerekirdi. Çünkü eşiyle ayrı ama çocuğu olan mahpus sayısı da hiç az değil. Telefonla konuşma hakkını da kantinden satın aldığın telefon kartı ile kullanabiliyorsun. Fotoğraf çekiliyorsun, gazete almak zorundasın. Her ne kadar alabildiğin en muhalif gazete, makbul olan gazeteler olsa dahi gündemden kopmamaya çalışıyorsun bir şekilde. Kitap hakkın 2 ayda 3 tane, dergiye izin verilmiyor zaten. Yani bu belirlenmiş 3-5 tane televizyon kanalına ve gazetelere mecbur oluyorsun. Yine ben tek olduğum için çıkmıyorum ama ortak alan, spor gibi haftalık aylık hakların oluyor. Futbol topunun fiyatı şu an 300 TL mesela. Gözlük kullanıyorsan ve gözlüğünde metal varsa -ki çoğunda var- baştan rapor alıp yeni gözlük alıyorsun.
Diyeceğim o ki aslında bunlar tam zengin kişilerin karşılayabileceği şeyler maalesef. Cezaevlerinde açlık sınırının altında olan, geçinemeyen, ailesi çocuğu yakın akrabaları aylık açık görüşlere bile gelemeyen, en temel ihtiyaçlarını karşılayamayan yüz binlerce mahpus ve yakını var. Tamam, haklı haksız, hukuki ya da hukuksuz, tutuklu ya da mahkûm buralara herkesin yolu düşebilir ve düştüyse de adı üstünde hapsedilirsin. Özgürlük, iletişim, ulaşım imkânların kısıtlanır ama mahpusların parasına ve sağlığına bu kadar kastedilemez, kastedilmemeli! Cezaevi koşullarını, yaşanan hak ihlallerini, ceza içinde cezaları, kötü muameleleri, disiplin cezalarını bilenler biliyor, yazanlar yazıyor, konuşabilenler konuşuyor. İnsan hakları kurumlarına, bakanlıklara, savcılıklara, meclise her ay yüzlerce çok ağır ve trajik şikâyetler gidiyor. Ben de özellikle böyle bir süreçte mahpus ve yakınlarının yaşadığı, hayatlarını yaşanmaz hale getiren ekonomik zorlukları ve geçim sıkıntılarını kendimce aktarmaya çalıştım. Cezaevleri birilerinin gelir kaynağı olmamalı. Zaten bunların elleri kolları bağlı, sesleri çıkmaz diye düşünülerek krizlerin faturasının kesildiği yerler olamaz, olmamalı.
Türkiye’nin içinde olduğu buhranın bir sonuç olduğunu çoğumuz biliyoruz.
Küresel sistemin sebep olduğu ekonomik, ekolojik ve siyasi krizlerin ülkemizde son yıllarda çok daha ağır yaşanmasının ve sonu kestirilemez bir hızla artışının sebebi demokrasi krizidir.
Hak, hukuk, adalet ve toplumsal barış krizidir. Dolayısıyla bu bataklıktan ve krizlerden kurtulmanın yolu belli, çözümü gayet basittir. Yüzümüzü barışa ve doğaya döneceğimiz umuduyla…
Araştırmacı – Yazar Cihad Ebrari
Çanakkale Cezaevi
NOT:
Yazının ilk ve orijinal haline sakıncalı bulunup el konuldu. Geri alabilmek için gereken girişimi yaptım ve bekliyorum. Şimdilik yüzeysel ve hızlı bir şekilde bu kadarını aktarabiliyorum.
Gazete Duvar
Doğal Olmayan Özgür Olamaz
İnsanlık gece ve gündüzünü, aydınlattığını sandığı yapay ışıkların-ateşlerin kuşatması altında yeryüzünü kendisine ve tüm canlılara cehenneme çevirmiş durumda ve büyük bir azap yani yalnızlık ve mahrumiyet içerisinde.
Kentlerde göz alan ışıl ışıl ışıklar cehennem ateşinden başkası değil. “Gece hayatı” denilen, gecelerin yapay ışıklara, seslere boğularak yaşamın devam ettirildiği iddia edilen tüketim ve tükeniş yerlerinde, geceden ve hayattan en ufak bir emare yok. Kalabalıklar içerisinde, yoğun ilişkiler trafiğinde herkes yalnız ve bir başına. Çalınan gündüzlerimizin, emeklerimizin, hayatımızın, anlamımızın acısını gecelerden çıkartmak istiyoruz. Gün doğumuyla başlaması gereken günler, başlamadan bitiriliyor. Çoğumuz gece hayatından da mahrum, gün doğumuyla başlayıp emeğinin doğadaki karşılığının yüzde birini ancak alabilen günleri de geceleri çalınmış köle yığınlarıyla dolu dünyamız.
Kentler aydınlandıkça insanlık karanlığa gömülüyor. Kalabalık arttıkça yalnızlık, hız arttıkça durağanlık ve monotonluk çoğalıyor. Doğayla inatlaşma; ışığın, aydınlığın, karanlığın, gecenin, gündüzün, bedenin ve ruhun, yaşamın ve ölümün anlamlarını da altüst etti.
Doğaya dönüş adına spor faaliyetlerinde bulunan ya da doğada tatil modunda yaşayan insanlar da her ne kadar şekilsel olarak doğaya dönmüş olsalar da iliklerine kadar işleyen modernizmden, bireycilikten ve uygarlıkçılıktan kurtulamıyorlar. Doğal değil ancak çevreci insan olabiliyorlar. “Tatil” ve “spor”, modern toplumlarda ve doğa dışında kendini var etmiştir. Nitekim düne kadar tatile gitmek, spor yapmak diye bir şey yoktu. Doğada “pazartesi” olmadığı gibi tatil de yoktur spor da yoktur, nitekim doğal toplumlarda işsizlik de yoktur.
Kaç insanlardan; sığın insanlığa
Her yeryüzü canlısı gibi insanın da yeri, yurdu, yuvası, en önemlisi kökü yeryüzüdür. Ancak yasak elmaya göz diken yani ‘bugün yerim yarına hak kerim’ demeyerek, ihtiyaçlarımızı sınırsızlaştıran, cennetten yani bozulmamış yeryüzü bahçesinden kaçarak betona, yüksek yapılara tapınan ve şehirleri ışık sandığımız cehennem ateşiyle kavrulan insanlık olarak doğa dışı yapay yaşam(!) alanlarında köksüzüz. Köksüz insanlar birey olamazlar bireyci olurlar. Köksüz bireycikler çok kolay yönetilir. Çünkü bireyciler toplumlaşamaz, halklaşamaz. En fazla, yığın ve kitle olurlar. Çünkü köksüz insan, ihtiyaçlarını üreten değil tüketendir. Kendi kendine yetmez, kendini ve çevresindekileri umarsızca tüketir. Köksüz bireycikler için özgürlük onun için istediğini satın almak ve hoyratça istediğini istediği yerde yapmaktır. Onun için en kutsal en idealist hayatı anlamlı kılabilecek, fedakarlık yapabilecek, mücadele edilebilecek yegane can simidi budur.
İlerici, bilimci, endüstriyalist uygarlığın, özgür(!) yani düşürülmüş insanına göre ihtiyaçlar ve arzular sınırsızdır. Bütün bir evren, doğa ve canlıları ise makineden ibarettir. İşte bu yüzden ne kadar karşıt görülseler de her kesimden uygar insan doğaya, evrene ve canlılara bir makineye nasıl davranılırsa öyle davranır. Dolayısıyla öz benliklerine de…
Nasıl ki bilimcilik bilimden bir sapmaysa, dincilik dinden bir sapmaysa, özgürlükçülük de özgürlükten sapmaktır. Özgür insan özgürlükçü olamaz. Özgürlükçülük, özgürlüğü putlaştırır ve modern uygar bireyler işte bu özgürlük dedikleri tükenişin kölesidirler. Uygarlıkça ‘özgürlük’ doğaca ‘erdem’in zıddıdır.
Doğasında, yani doğada, yani yuvasında yaşamayan yapay insan köle olmaya mahkumdur. Yapay yaşam alanlarının, yapay besinlerin, yapay ilişkilerin insanı ve bu insanın ürettiğini sandığı düşünce, pratik, eylem ve söylem de doğal olması beklenemez.
Doğal olmayan özgür olamaz.
Yarın barış yurdunda buluşmak üzere.
İnsan Barışla Yaşar – 2017 Haziran