Muhalefet her şeye rağmen kaybetmeyi nasıl başardı?

Mayıs 29, 2023 1 yorum

Muhalefetin büyük bir çoğunluğu ve özellikle de sosyal medya muhalifleri her zamanki gibi büyük laflar etmeye başladılar. ‘Ben demiştimciler’ genellikle ya sandık güvenliği, hile, hırsızlık, şaibe, seçimin adaletsizliği üzerinden ya kazanamayacak aday söylemleri üzerinden ya Kılıçdaroğlu’nun bazı son hamleleri üzerinden ya da milletin sürü olduğu üzerinden yenilginin nedenlerini tespit ve teşhis ediyorlar.  Nitekim herkes siyaset bilimci, sosyolog, araştırmacı. Tabi ‘yenilmedik gayet iyiyiz, hadi yeniden başlıyoruz’ diyen motivasyoncularımız da az değil. Aynı şeyleri tekrar ederek farklı sonuç beklenmez.

İhtiyacımız olan şey motivasyon değil muhasebe, değişim, dönüşüm.

Yine, muhalefetin el birliğiyle kaybetmek için her şeyi yaptığı bir seçim sürecini geride bıraktık.

Saray ittifakına kazandıran tek şey muhalefetin aksine toplumu bilmesi, tanıması. Muhalefete kaybettiren tek şey de toplumu tanımaması. Sol seküler kesimlerin büyük çoğunluğu bu ülkeye, doğuya, ortadoğuya hep yabancı oldular.  Solculuk ve sekülerizm olması gerektiği gibi aşağıdan değil yukarıdan ve dışarıdan olageldi ülkemizde ve bundan dolayı yerlileşemedi. Merkez soldan devrimci solculara kadar bu hep böyleydi. Elbette istisnalar var.

Türkiye’yi Batı ülkesi olarak gören ya da bunu hedefleyen, söylemini, eylemini bunun üzerinden kurgulayan hiçbir siyaset bu ülkenin yerlisi ve asli unsuru ya da çoğunluğu olmadı ve olamaz.

Millet İttifakı da Emek Özgürlük İttifakı da Anadolu ve Mezopotamya’nın damar yollarına ısrarla, inatla ve anlam verilemeyen bir umursamazlıkla kör kaldı, tanımadı, tanımaya çalışmadı. Saray’ın kendini güvende hissetmesinin ve kazanmasının tek nedeni budur. Bu seçimi bile kazanamayan muhalefet -özellikle sol seküler muhalefet- özelde Anadolu ve Mezopotamya ile genelde Ortadoğu ile barışmadıkça en azından tanışmadıkça hiçbir seçimi kazanamayacaktır. (Dış siyaset üzerinden ele alırsak; ABD-Batı’nın süper güçlerine rağmen her doğu hamlelerinin fiyaskoyla sonuçlanmasının, eline yüzüne bulaştırmasının tek nedeni de budur. Rusya, Çin ve İran buraları her zaman Batı’dan daha iyi bilirler ve oynarlar)

Seçimlerin adaletsizliği ve her gelen seçimin daha adaletsiz olduğu bilinmeyen ve beklenmeyen bir şey değil. Seçimlerden sonra adil bir sürecin yaşanmadığını öne sürmek beyhude bir kaçıştır. Yine hile, hırsızlık, şaibe ve sandık güvenliği söylentileri yenilgilerin asıl sorumlularının milleti oyalama ve hedef şaşırtma klasik taktiklerinden biridir, hesap vermesi gerekenlerin sığınağıdır. Zinhar sürü olmayan bilinçli, aydın, muhalif politik kitlemiz her defasında bu tuzağa düşer durur. Her seçimde yaşanan (ve seçim sonucuna etkisi çok çok sınırlı olan) hırsızlık ve hileler partilerin ve yöneticilerinin kendini aklama operasyonuna dönüşür. Ki varsa ciddi boyutta bir hırsızlık bu da muhalefet partilerinin ve yöneticilerinin beceriksizliğidir, halkın değil.

Sorun sandıkta değil millette değil muhalif siyasettedir.

Saray her şeye rağmen kazanmadı, muhalefet her şeye rağmen kaybetti.

Sonuç olarak Türkiye ikinci yüzyılına Kemal Kılıçdaroğlu’na rağmen demokratik bir cumhuriyetle değil despot otoriter yağmacı bir rejimle girmeyi tercih etti.

Güçlü kadın hareketlerine rağmen, kadın düşmanı denilen cumhur ittifakının en büyük destekçileri neden kadınlar, seçmenlerinin büyük çoğunluğu neden kadınlar sorusunun cevabı da burada saklı.

Bilimsel siyaseti ağızlarından düşürmeyenler her seçim sonuçlarında gün gibi ortaya çıkan gerçeklere her seçimde kör kalmayı tercih ediyorlar. Mesela 7 Haziran’da HDP’nin başarısını (ki bana göre çok daha iyisi kolay ve mümkündü) Kürt ve Sol ittifakının başarısı olarak okuyanlar ve lanse edenler, sandık sandık gelen oyların nereden geldiği giden oyların nereye gittiği tartışmasız bir şekilde ortada iken büyük bir çarpıtmaya imza atmışlardı. Bir sonraki seçimlerde ders alırlar ve ona göre davranırlar herhalde diye beklerken hayrete düşüren, yok artık dedirten adımlar tüm eleştirilere, önerilere, araştırma sonuçlarına rağmen inatla atılmaya devam edildi.

Muhalefet partilerine bu halk yani bizler denize düşen yılana sarılır misali her şeye rağmen sarıldık, ki bu pervasız umursamazlığın bir nedeni de yöneticilerin buna güvenmeleri oldu.

Muhalif partiler hak ettiklerinden ve beklentilerimizden fazla bile destek gördüler. Seçim sonuçlarıyla ilgili muhalif partilerin yetkilileri, sürecin mimarları ve yöneticilerinden başka bir sorumlu aranmamalıdır.

İçinde bir iki özeleştiri ve muhasebe kelimesi geçen açıklamalarla, vitrindeki görünür bir iki alt sorumlunun günah keçisi yapılarak harcanarak yapılan göz boyamalarla alınacak bir yol kalmadı. Önümüzdeki seçimlere aynı kafayla gidilmesi CHP ve HDP başta olmak üzere muhalif partiler için intihar olacaktır. Zaten bu seçimde alenen başarısız bir intihar girişiminde bulunuldu sayılır.

Zihniyet, bilinç, paradigma ve perspektif sorunu yenilginin asli stratejik tek nedenidir.

Bu sorunun seçim süreçlerine yüzlerce yansıması oldu elbette. Bu seçim çok kolay bir şekilde kazanılabilecekken bu ana sorundan kaynaklı kaybedilmesinin taktiksel birkaç nedenini de paylaşalım.

– Saray’a karşı tüm muhalefetin taktiksel olarak sandıkta değil de stratejik olarak siyasette birleşmesi ve bunun vitrine yanstılması. Yani altılı masanın kendisi ve HDP’nin dolaylı desteği. Bu koca koca siyasiler nasıl oldu böyle bir hatayı yaptılar inanılır gibi değil. Ki hata demek az kalır. O kadar emin ve kararlı bir şekilde yaptılar ki biz herhalde bilmediğimiz başka şeyler var çıkar kokusu diyerek şaşkınlıkla aylarca uyarılarımızı da yapa yapa izledik. Bu, apaçık AKP-MHP’den kopacak seçmenlere kopmayın bırakmayın demekti. İktidarın sadece kendi mahallesine/tabanına tutunarak, sadece onların alkışlarını alarak kazanması mümkün.

Kamplaşmalar her zaman iktidarcı çoğunluğun lehinedir.

Muhalefet için böyle bir şey söz konusu değil ancak yıllardır aynı şeyler yaşanıyor, yıllardır bu tuzaklara düşülüyor. Muhalefet için tek bir yol vardı iktidar seçmenini kazanmak, onlara dokunmak, farklı mahallelere girmek ve onların alkışlarını almak. Bu çok net bir gerçekken yine özellikle sol seküler muhalefet tüm söylem ve eylemlerini kendi mahallerinden alkış alma popülist kolaycılığı üzerinden kurdu. Kılıçdaroğlu’nun ‘helalleşme’ başta olmak üzere en etkili ve doğru hamleleri başından beri -hem CHP içindeki hem dışındaki- işte bu odaklar tarafından engellendi. Sorumlu aranıyorsa millette ya da sandıklarda değil seçimleri devrim zanneden, kendi mahallesinden daha çok alkış daha çok like almak için Saray’dan çok Kılıçdaoğlu’na köstek olan, karşı mahallelerden geçişlere bariyerler kuran popüler cadde muhaliflerinde aranmalı.

Altılı masa içerisinde bu yanlışla ilgili Karamollaoğlu ve Davutoğlu’nun uyarılarından haberdar olduk. Ama diretmeleri gerekirdi. Yapılacak şey çok basitti. Bir sağ merkez muhalefet ittifakı bir sol merkez muhalefet ittifakı bir de HDP öncülüğünde üçüncü yol ittifakı ile seçimlere her ittifak kendi adayıyla girecekti. Hem mecliste mutlak çoğunluk cepteydi hem de ilk turda Erdoğan’ın kazanması ihtimali söz konusu bile değildi. Ki kazansa bu ilk turda kazanırdı zaten, kazanması için muhalefet her şeyi yaptı, Saray lehine olabilecek her şey yapıldı. İlk tura muhalefet 3 ayrı ittifakla ve adayla tamamen kendi ana kanalları üzerinden gireceklerdi. İkinci turda Erdoğan’ın karşısına kim kalırsa destekleriz denilecekti, o kadar. Kılıçdaroğlu en az 55 ile kazanacaktı. Her şey bu kadar basit ve garanti iken böyle bir garabete neden imza atıldı? Hem AKP-MHP’den kimsenin kopmaması sağlandı, -hem HDP’nin aşağıda ele alacağımız yanlışları yüzünden radikal demokrasi değil milliyetçilik kilit rolü oynadı- hem de altılı masanın sağı solu birbirini kilitledi, HDP de zaten dolaylı olarak ister istemez tüm altılı masayı kilitlemiş oldu. Hele hele Kılıçdaroğlu’nun adaylığında mutabakat olmadan altılı masanın kurulması ve ilan edilmesi öngörüsüzlükle açıklanabilir bir hata değil. Cumhur ittifakı bu sürece minnettar oldu. Tam ‘kaybediyoruz, dağılıyoruz, bitiyoruz’ havasına girmişlerdiki altılı masa ilanı ve akabinde Akşener’in darbe girişimi ve Emek Özgürlük İttifakı’nın ‘devrimi yaptık sonrasında neler yapıyoruz’ rahatlığıyla alınan kararları, adayları, söylemleri AKP-MHP’ye derin bir nefes aldırdı ve rahat sakin bir şekilde kitlelerini tutarak seçime gittiler.

– HDP’nin seçim komisyonunun aday tercihleri, iki dönem kuralının kişiye göre uygulanması ya da uygulanmaması, ittifak işlerinde istişare ve eleştirilere gittikçe daha da kör kalınması ve hatta dayatmaları tabandan kopuş sinyallerine, Kürt seçmenlerin katılım rekoru kırması beklenirken katılımın azalmasına, seçmenin sandığa küsmesine, oy artışı garanti iken çok büyük bir başarı! ile oy kaybetmesine neden oldu. Bu seçimlerin en büyük başarısızlığı HDP’nindir. TİP’in kendisini en başarısız olarak konuşmaya gerek yok. TİP meselesinin sorumluları da TİP değil HDP yöneticileridir. TİP kendinden beklenenleri yaptı. En büyük uyarılar, eleştiriler onlara yapıldı. Yüzde 3’ün imkansız olduğu, hayal olduğu, en fazla 4 vekil çıkarabileceği, yarardan çok zarar olacağı binlerce kişi tarafından binlerce kez söylendi. Ama inatla parti olarak girildi. Saraya değil muhaliflere kaybettirildi. Verilen oyların en az yarısı TİP’e de gitmedi bütçesel karşılığı da siyasi karşılığı da kocaman bir sıfır oldu. Nerden baksan tutarsızlık, zarar, ziyan… Oysa tek listeyle yine 4 vekil kazanabilirlerdi, bu kadar haklı eleştiri ve itham yemezlerdi. HDP tepki görmez, seçmenlerini küstürmez, seçmendeki ‘ne yapsak ne etsek olmuyor’ haleti ruhiyesi beslenmezdi. Hem HDP hem TİP siyasi olarak çok daha karlı çıkabilirdi. Ama eleştirilere kör kalmakla da yetinilmedi itham edildi hatta yaftalandı.  Her neyse TİP meselesini gerçekten uzan uzadıya konuşmaya gerek yok.

Kesin olan bir şey var; ne beraber direndik ne de beraber kazandık. Ama beraber kaybediyoruz.

Bilimsel siyasete göre her şey her niyet ve art niyet çok açık seçik ortada. HDP, Yeşil Sol, TİP vd meselelerle ilgili önceki yazımdaki (Konuşma sırası şaşırmayanlarda) notlara göz atılabilir.

Kısacası Kürtler milli sorunları başta olmak üzere, hak, emek, adalet, özgürlük ve barış mücadelelerinin ve bedellerinin ‘başkalarının’ ideolojik bagajı yapılmasından rahatsızlar. Bu rahatsızlık yeni değil, 7 Haziran’da da vardı ancak gittikçe önü alınamaz ve telafi edilemez kalıcı hasarlara yol açmaya başladı. Yine bu rahatsızlık birilerinin çarpıttığı gibi sol ile ittifak kurma rahatsızlığı, sol-sosyalizm rahatsızlığı değil.

HDP bu seçimde daha özüne dönmesi gerekirken, sokakların, asıl tabanı olan yoksul mahallelerinin sesine daha çok kulak vermesi gerekirken, deprem gibi ağır bir süreç içerisinde tüm tartışmalarını ve vaktini sol partilere ayırmıştır. Biraz toparlar, bölge siyasilerine ve ittifakına ağırlık verir, ulusal ve dini kesimlere biraz yüzünü döner, halkın isteklerine kulak verir beklentilerinin tersine yüzünü tamamen -yoksul solculara da değil- orta sınıf popülist solculara dönmüştür. Twitter gerçekliğine en uzak tabanı olan parti HDP’dir (en yoksul emekçi tabanlı parti HDP olduğu için) ama en çok sosyal medya üzerinden şekillendirilen parti de HDP’dir. HDP TİP değildir, öncelikle bunu bilmesi gerekir. Katılımın azalmasının ve oy kaybının tek nedeni budur. Yüzünü biraz olsun farklı kesimlere ve öz tabanına dönen bir HDP rahatlıkla 15’i alabilir. Elbette bu temel neden dışında her seçimde olan alt nedenler var. Zorluklar, baskılar, saldırılar, hileler, yeni bir parti ismi ile kısa sürede seçime girilmesi, yeni partinin isminde ‘sol’ olması, adından ‘yeşil’ olmasına rağmen bu seçimde HDP/Yeşil Sol başta olmak üzere muhalefet partilerinin vaatlerinde, seçim propagandalarında ve aday listelerinde tarihi doğa kırımların yaşanmasına rağmen ekoloji ve ekolojistlerin esamesinin okunmaması vd pek çok şey sıralanabilir. Ama bunların hiçbiri bahane değil ve asıl neden değil.

HDP başından beri kapısında karşılıksız girmek için bekleyen yüzde 5’i durdurup içeri girmek istemeyen yüzde 2’yi zorla rica minnet tavizlerle büyük alanlar/imkanlar açarak içeri almak için çabalıyor.

Ancak günün sonunda tüm olumsuzlukların bedelini müttefikler değil emektar, cefakar ve fedakar halk ödüyor.

Sosyal medya ve orta sınıf mahallelerinden, caddelerinden, sahil şeridi kentlerinden asla görülemeyecek siyasi olgular, tarihsel ve toplumsal gerçekler var. Farkına bile varılmadan bedeli ağır olan, sonucu etkileyen hatalar yapılıyor. CHP’nin de HDP’nin de aşması gereken tek eşik bu.

CHP kendi mahallesinin alkışlarından taviz vererek, kınamalara kopmalara aldırış etmeden bu eşiği aşabilir. Ki Kılıçdaroğlu ile epey mesafe kat etti. Bunca mesafeden sonra faturayı Kılıçdaroğlu’na kesip geldikleri yere dönerlerse kendileri kaybederler.

HDP için ise çözüm kolay, tek yapması gereken kendi tabanına, sokaklarına, mahallelerine dönmek.

Hasılı kelam, Anadolu, Mezopotamya ile barışmak ve tanışmak, ‘Türkiye’yi Ortadoğu bataklığından kurtarmak’ değil, Türkiye’nin Ortadoğu ile kopmaz bağını kabul etmek gerekir. Aksi halde Erdoğan gider Bayraktar gelir, her seçimin sonucu benzer olacaktır.

Konuşma sırası şaşırmayanlarda

Mayıs 15, 2023 Yorum bırakın

Evet şimdi eleştiri ve özeleştirileri yüksek sesle paylaşma zamanı.

Seçim öncesi süreçte kısık seslerle ben ve benim gibi niceleri ilgililere, yetkililere defalarca uyarılarda bulunduk, eleştirilerimizi yönelttik. Altılı masanın inşa edilmesinden tutun, çok rahat yüzde 15leri görebilecek HDP’nin son aylarda aleni bir şekilde oylarını düşürmek için çok büyük çaba sarfetmesi, akla ziyan stratejiler, taktikler ve adaylarla alınan sonuca dair konuşulacak çok şey var. Her şey, her neden konuşulmalı. Bu sonuçlara şaşırmayanlar konuşsun, sorumlular da özeleştirisini ve halka karşı hesabını versin.

Altılı masa ve HDP
Altılı masa girişimlerinin ilk günlerinden beri şaşırdık kaldık. Muhalif sağın ayrı bir ittifak/masa kurmasının, muhalif solun da ayrı bir ittifak/masa kurmasının gerekliliğini, aksi takdirde iktidardan kopuş olmayacağını defalarca ilettik. En sonunda herhalde bizim bilmediğimiz bir şeyler biliyorlar dedik, çok ilginç hangi akla hizmet bu kadar rahat ve eminler anlam veremedik. Yanılmayı çok istedik, yanılmak için çalıştık ama maalesef yanılmadık.

Altılı masa ilan edildiğinde Kılıçdaroğlu’nun adaylığında anlaşma sağlanmadan bu masanın kurulmasına ve ilan edilmesine de şaştık kaldık. Zira son anda KK’na karşı bir darbenin gelişeceği çok ama çok aşikardı. HDP’nin getireceği yüzde 10 desteğin altılı masanın sağ kanadından ve ulusalcı tabanından 5 puan götüreceği gün gibi ortadaydı. Oysa direk ikinci tura çok ittifak ve çok adayla gidilerek nihayetinde hem mecliste kazanarak hem de ikinci tura çok daha rahat ve zarar görmemiş bir şekilde muhalif sağ oyları ve HDP’yi bütün olarak taşımak çok kolaydı. (‘Mansur Yavaş’la ilk tur’ da bir çok nedenden dolayı başarılı olması çok düşük bir ihtimaldi)

‘Kılıçdaroğlu aday olmasın, kazanamaz’ diyenler hiç ama hiç ‘biz demiştik’çi ahkamlar kesmeye başlamasın ve kalkmasın. İki yıldır kazanabilecek tek adayın Kılıçdaroğlu olduğu tartışmasız bir gerçekti. Kılıçdaroğlu kaybetmedi. Kılıçdaroğlu’na rağmen muhalefet kaybetti ve hatta kaybettirdi. Kılıçdaroğlu iktidardan çok muhalefete karşı mücadele vermek zorunda kaldı. İktidardan çok muhalefet yıprattı, yordu. Aleviliğini tartışmaya ilk açan malum ‘solcular’ oldu. Hem sağ-muhafazakar kesimden hem Kürtlerden çok rahat oy alabilecek tek aday KK idi. Bu, gün gibi gerçeğe bile isteye karşı oldular. ‘Sol-seküler mühendisliğin’ Türkiye gerçekliğinden ne kadar kopuk olduğuna, kendi mahallelerine ve sosyal medyaya ne kadar çok kapıldıklarına yüzüncü kere daha şahit olmuş olduk. Cumhur’a en güçlü darbe olan ‘helalleşme’ hamlelerinin karşısında hep CHP ve o ‘solcular’ yer aldı. (Seçim sonuçlanırken içerideki karşıtlar kendilerini daha net belli ettiler.)  Cumhur’un her duyduğunda minnet duyduğu ‘hesaplaşmayı’, ‘helalleşme’ karşısına son ana kadar kasıtlı olarak koyan, alttan alta KK’na posta koyan popülist ‘devrimcilik’ kaybetti ve kaybettirdi. Türkiye seçimlerini devrim sanan, daha doğrusu devrimle yapılabilecekleri sistemin seçimiyle yapabileceklerini sanan, oy kullanmayı devrimci hamle zanneden ‘solcular’, yargılayacağız, hesap soracağız diyenler bitti ve bitirdi. Kılıçdaroğlu’na oy isteyen partiler ona karşı söylemlerle kampanyalar yürüttü. Akşener ile birlikte Kılıçdaroğlu’na karşı ‘Ekremci’ darbe girişiminde bulunanlar da bu muhalifler ve bu ‘solcular’. (İmamoğlu ve Yavaş, Kılıçdaroğlu kampanyasında gerçekten çok çalıştı, çok katkı sundular bu başka mesele) Yani İmamoğlu hatta Yavaş aday olsaydı da sağ açısından olabilecek sonuç değişmeyecekti. Yanlış, altılı masa kombinasyonunda ve ittifakının şekillendirilmesinde ve HDP’nin eklemlenirken ki taktiklerindeydi ve hatta eklemlenmesiydi.

HDP, TİP, Yeşil Sol vd…

HDP’ye gelince; vitrini ve sosyal medya ile tabanı/sahası arasında en ciddi farklılık gösteren partidir HDP. Bu yıllardır böyledir ve herkes bilir. Bunu eleştiri olarak dile getirmiyorum. Vitrin ne kadar ‘radikal sol’ ve ‘en laik’ görünse de tabanı her şeyden önce milli/muhafazakar-seküler bir tabandır. Bu tabanı ve sahayı inatla tanımak istemeyenler, kabul etmek istemeyenler var. Yıllar içerisinde olumlu anlamda parti-taban ilişkisinde etkileşimler, dönüşümler, uyumlanmalar oldu. Özellikle kadın gerçekliği karşısında partinin tavizsiz tutumu çok şeyi değiştiriyor, dönüştürüyor. Ancak olması gereken milliyetçiliğe ve feodalizme karşı duruş büyük ölçüde kendini milli/ulusal olgulardan koparıp Türkiye’nin açık ara en yoksul ve en ezilen kitlesine -yoksul mahallelerdeki Türk solunu değil- ‘orta sınıfçı (ve gizli milliyetçi) solu’ taşıtmaya çalışıyor. Bu çabalar yıllardır tutmadı. 7 Haziran’da da sonrasında da işte şimdi bugün de yüzde 15 elimizin tersiyle itildi.  7 Haziran sonuçları tüm saha verilerine rağmen kasıtlı olarak yanlış okundu ve anlatıldı. Sonrasında artık daha da bozmaz dedikçe daha da bozdu. Bugün ‘e yok artık o kadar da olmaz, hele hele bu seçimlerde asla yapmazlar, o kadar da değil’ dedikçe hiç en ufak bir izaha dahi gerek duymadan, uyarılara kör kalarak, eleştiriler yaftalanarak TİP meselesi halkın önüne getirildi. İlk defa sahadaki tepkiler sosyal medyaya taştı. (Ki normalde HDP’nin sahadaki, bölgedeki, sokaktaki asıl sorunları sosyal medyaya yansımaz.) Halkın tepkilerine, uyarılarına, oy vermeyiz demelerine rağmen adeta ‘el mahkum seçim günü vereceksiniz’ denilerek çok ilginç taktikler, adaylar ve ittifak içi rekabetle bu seçime gidildi. Demirtaş ve Kışanak’ın halkta tamamen karşılık bulan çağrıları havada bırakıldı.

Yüzlerce insan yüzde 10’un bile bu şekilde geçilemeyeceğini ifade etti. Şimdi bize ‘80 vekil kesin, hedefimiz 100 vekil’ diyenlerin cevap vermesi gerekiyor. Bu karar hem doğuda hem batıda YSP oylarını geriletmiştir. Geriletmekle kalmamış verilen oyları da işlevsizleştirmiştir. TİP’e verilen çoğu oy TİP’e gitmemiştir, bütçesel karşılığı da olmamıştır. TİP’in yüzde 3’ü geçmeyeceği de, alacağı maksimum vekil sayısı da ortadaydı. Tek bir vekilin dahi son derece önemli olduğu bu seçimde AKP-MHP’ye 5-10 vekil verme riski bile isteye alındı, ‘inatçıyız’ denilerek. TİP her ne kadar çok dikkatli hesaplar kitaplar yaptık, ülkemizi elbette düşünüyoruz dese de’ kendini düşündü, sosyal medyayı ve mahallelerini Türkiye zannetti, büyük bir riske attı seçimi. 12 vekili ve yüzde 3’ü kesin gördüler ve hiç şüphe bile etmediler. Bunlara da şaşırmadık. Burada asıl sorumlu TİP değil önceki seçimde de adaylık teklifi götüren bu seçimde de ayrı listeyle girilmesinin eksi değil artı olacağını savunan ve HDP’ye halka rağmen hiç demokratik bir şekilde olmayan dayatma ile halkın karşısına getirenlerdir. Yıllardır gelen tepkiler ve yapılan eleştiriler HDP’nin sol ile ittifak kurmasına, solun tüm kesimleriyle ortaklaşma çabasına yönelik değildi. Sanki eleştiriler buna yönelikmiş gibi çarpıtıldı, top taca atıldı.

Elbette Kürtler açısından önemli olan ideolojik birlik değil milli bir hak arayışı çatısı olması. Daha sonra HDP ile Türk Kürt Ermeni Alevi Sünni Ezidi olmasıyla sevildi evet. Daha önemlisi Müslümanı, ateisti, Ermenisi, sosyalisti, anarşisti, demokratı, ekolojisti vd hepsinin ortak ilkeler etrafında toplanabildiği bir çatı olmasıydı Türkiye için. Ancak Kürtler dışında sadece tek bir ideolojik renge kapılar açık bırakıldı. Diğerleri zorlayarak kapıdan içeri girebildi ve ‘renk’ olarak kaldı. Bireysel katılımlar öncülenmedi bileşenler hukuku hep hakim oldu. HDP başından beri kapısında karşılıksız girmek için bekleyen yüzde 5’i durdurup içeri girmek istemeyen yüzde 2’yi zorla rica minnet tavizlerle büyük alanlar/imkanlar açarak içeri almak için çabalıyor.  Sosyal medya ve Türkiye orta sınıf solcularının mahallelerinden, caddelerinden, sahil şeridinden asla görülemeyecek şeyler var.  Bu konu çok uzar gider ben hemen seçime geleyim şimdilik.

HDP yani YSP, hiçbir şey yapmasa bile nüfus artışından kaynaklı yüzde 2 oy artışı cepte olan bir parti nasıl bu hale geldi, gerileyebildi. Geriletebilmek gerçekten ciddi bir başarı yani. Bölgede katılım oranında artış ve patlama olması gerekirken katılım oranı önceki seçimlere kıyasla yüzde ona kadar nasıl neden düştü? Katılım azalmasının şüphesiz Cumhurbaşkanlığı seçimini de olumsuz yansıması oldu. HDP tabanının oylarını cepte gördü. HDP’nin artık bu taban gerçekliğine, eleştirilerine, önerilerine daha fazla direnmemesi gerekir. Mevcut verilen oyların yarısının mecburen sitemle kırgınlıkla verilen oylar olduğunu görmesi gerekir. Beklenen adayları, beklenmeyen adayları, esnetilen kuralları, esnetilmeyen kuralları halkla uyum içinde yapılması, alınan kararların dayatmayla değil demokrasiyle, ortak akılla, sadece bir kesimle değil farklı kesimlerle istişare ile alınması gerekir. Eleştirilerin önemsenmesi, tepkilerin yaftalanmaması gerekir.

Yeniden Refah oyları ile ilgili ciddi bilgiler geliyor. Deva, Saadet, Gelecek seçmenlerinin bir çoğunun CHP ‘ye oy vermeleri gerektiğinden haberinin olmaması, pusulaya gidip bulamayınca Refah logosu ve yazısını görünce YRP’ye veren çok kişinin olduğu anlaşılıyor. Haberi olduğu halde eli CHP’ye gitmeyenlerin de YRP’ye yönelmiş olabileceği konuşuluyor. Bunlar yüksek ihtimalli değerlendirmeler, çünkü YRP’nin bu oyu alması mümkün değil.

Yine aynı şekilde Yeşil Sol Parti’ye oy vermek isteyen binlerce seçmenin yanlışlıkla Sol Parti’ye verdiği kesinleşti ve kıl payı vekillik kaybedilen yerler oldu. Lafı açılmışken HDP’nin yerine hazırlanan Yeşil Sol Parti’nin adında Sol olmasının da kesinlikle HDP tabanı açısından olumsuz etkisi oldu ve sandığa yansıdı. Logosu güzeldi gerçi ama adının ve logosunun daha HDP’yi andıran bir parti olması gerekirdi.

RTE karşıtı toplumsal değil sansasyonel çıkışların ve adımların eninde sonunda RTE’ye can simidi olduğu bir gerçek. Bu artık kanıksandı ama hala kendilerince iktidar karşıtlığı yapmaya, zarar vermeye çalışıyorlar.  Yeşildağ videoları üzerinden Putin yardımıyla kurgulanan İnce darbesi son hafta en az yüzde 3’ü doğrudan Oğan ve AKP’ye eklemledi. Zaten her hafta değişen bir yüzde onluk gezgin oy vardı ve son hafta bu seçmeni etkileyecek bir hamle bekleniyordu cumhurdan. Geldi ve başarılı oldu.  

Mecliste cumhuru biraz geriletmenin başarı olmadığı açık. İkinci tura kalmasını sağlamak da başarı değildir. Biz kazanmadık ama onlar da kazanmış değil. Şimdi daha aklı başında bir strateji ve taktikler ile dersler alınmış olarak mücadeleye devam etme zamanı. Dünden daha güçlüyüz.

Sorular üzerine, Hüda Par

Mart 13, 2023 Yorum bırakın

– Hüda Par, Hizbullah’ın(Allah’ın partisi) Kürtçesidir.

“Hüda” Arapça doğru yol/hidayet anlamındadır. Annemin de adı olan Hüda bu anlamdaki Hüda’dır. Kürtçe, Farsça, Urduca ise ‘Hüda’/Xwedê Allah lafzının yerine kullanılıyor. Yani Kürt Hizbullah’ı olarak bilinen İlimciler (bir de Menzilciler vardı) legal partileşme kararı aldıklarında Hizbullah adından vazgeçmediler.

Kürt Hizbullah’ı olarak bilinen iki örgüt vardı. Biri İlim Kitabevi ile Hüseyin Velioğlu liderliğinde örgütlenen ilimciler, diğeri Menzil Kitabevi ile Fidan Güngör liderliğinde örgütlenen menzilciler.

– İkisi de İran’la yakın temaslı, ilişkili örgütlerdi. Ancak İlimciler/Hüda Par kabaca sistemle ve devletle paslaşarak PKK ile savaşı önceledi. Menzilciler ise tam tersi bir yolu benimsiyordu ve bunun bedelini ağır ödediler. Bu Türkiye devletinin yaklaşımı başta olmak üzere hemen her şeyi doğrudan etkiledi. Devlet temel varlık sebebi PKK karşıtlığı olan İlim örgütüne her zaman Menzile kıyasla çok daha yumuşak yaklaştı.

İlimciler bugüne kadar tüm süreçlerde İran ile yakın ilişkisini hatta bağını sürdürdü. Bugün de İran’dan bağımsız bir siyaset yürütmesi beklenemez.

– Yine kabaca İlim daha gelenekçidir, Menzil ise daha kadro ve entelektüeldir. Netice itibariyle bugün varlığını sürdüren örgüt Hüda Par olarak geldi, getirildi. İlimcilerin kurucu liderleri başta olmak üzere ağır ve ‘canice suçları’ sabit olan yüzlercesi serbest bırakıldı. Partileşme kararıyla Hüda Par’ı bir günde açabildiler, kurdular, onay aldılar, seçime girmeye hak kazandılar. Ama en başından bugüne kadar şiddeti ve şiddet dilini reddeden menzilcilerin kurduğu İnsan ve Özgürlük Partisi yasal tüm gereklilikleri fazlasıyla yerine getirmiş olmalarına rağmen, bakanlık yollarını aşındırmalarına rağmen yıllardır ‘yoğunluk var’ bahanesiyle dilekçeleri dahi kabul edilmiyor, başvuruları kabul edilmiyor. Sadece bu gerçekten bile Hüda Par’ın ne olduğu anlaşılabilir.

– Hüda Par çözüm sürecinde HDP’ye ve hatta PKK’ye kapılarını açtı. Ancak karşılık bulamadı. Kobani sürecinde iddia edildiği gibi IŞİD ile hiçbir şekilde ilişkileri yoktu, hiçbir zaman da olmadı. IŞİD Hüda Par’ı her zaman kafir olarak gördü.

– Feminist olduğu için katledilen ilk ve tek kadın olan Konca Kuriş gibi onlarca işkenceli cinayeti gururla itiraf etmiş faillerdir.

– Hüda Par’ın cumhur ittifakına katılmasının oy potansiyeli ile bir alakası yoktur. AKP-MHP’nin sembolik de olsa bölgede Hüda Par üzerinden varlığının hissedilmesi elbette önemli cumhur ittifakı için. Ancak esas nedeni bu değil.

Vatan Partisi hangi nedenlerle, AKP-MHP’li vekillerin bile anlam veremediği şekilde bu ittifakta yer alıyorsa Hüda Par da aynı nedenlerle vardı uzun zamandır. Çözüm sürecinin bitmesi ve özellikle 15 Temmuz ardından daha net bir şekilde Çin-Rusya-İran kontrolüne giren cumhur ittifakına zaten dolaylı olarak İran üzerinden ortak oldu Hüda Par. Vatan Partisi / Perinçek daha önce de belirttiğim gibi Çin’in müfettişi olarak iktidarda yer alıyorlar.

Doğal Afet mi?

Mart 9, 2023 Yorum bırakın

Afet, olayın kendisi değil doğurduğu sonuçtur. Bu evrensel tanım AFAD’ın temel eğitimlerinin de ilk başlığıdır. Yani depremin kendisi sebebiyle değil sonuçları nedeniyle bir afetle karşı karşıyayız. Peki madem olayın kendisine değil sonuca afet diyorsak, yani depreme değil yıkıma afet diyorsak biz bu afete neden doğal afet diyoruz? Bu ağır bedel, yıkım ve hasar doğal mı? Bilakis yüzde yüz yapay. Doğal afet ifadesi depremi değil depremin sonuçlarını doğallaştıran yani normalleştiren bir aklama biçimidir. Deprem milyonlarca yıldır olan ve olması gereken bir doğal olaydır, bu olayın afetle sonuçlanması insanın işidir, doğanın değil. Bu sistemin, kentlerin, yapıların doğal olduğunu savunan var mı? Karşılaştığımız afet de doğal değil tamamen insan nedenli yapay afettir. Afet yapay, çaresi doğaldır.

Ağır yıkım ve sonuçlarının hiç doğal olmadığını hemen hepimiz biliyoruz. Evet, müteahhitler, çarpık kentleşme, kapitalizm, yozlaşmış devlet rejimi ve iktidar ilişkileri, imara açılan alanlar, Japonya örnekleri, hırs, rant, ihmal vs hepsi konuşulmalı, üstüne gidilmeli. Ancak deprem afetini en çok da ekolojik krizin sonuçlarından biri olarak görmediğimiz sürece, doğadan kopuşun lanetlerinden biri olarak tartışmadığımız sürece çareden, çözümden çok uzaklarda olacağız.

Kategoriler:Yazılar Etiketler:, , , , ,

Batı’dan doğan iktidar Doğu’dan batacak mı? – 2

Kasım 4, 2022 Yorum bırakın

Önceki yazıda Türkiye İslami kesiminin maruz kaldığı batıcı, sağcı-milliyetçi operasyonları ve 28 Şubat darbesi ile birlikte AKP’nin Batı’dan doğuşu ele alınmıştı. Öncelikle hızlı ve yüzeysel bir okuma ve yorumlama yapmaya çalıştığımı, detaylara, sosyal ve ekonomik dinamiklere, güncel-dönemsel, özel ve yerel değişkenliklere ve özgünlüklere girmediğimi, bilinçli olarak kaçındığımı belirtmek isterim. Önemsiz oldukları için değil, zaten tüm kesimlerce yıllardır fazlasıyla tartışıldığı, tüketildiği için tekrara düşmek istemiyorum. Mevcut toplumsal muhasebelerde, siyasi-sosyal analizlerde, özellikle muhalif kesimlerin farklı sebeplerle eksik kaldığını, bazen de bilinçli bir şekilde görmezden gelindiğini düşündüğüm son on yıllık seyre bir de bu dar ama önemli ve daha gerçekçi pencereden bakış atabilmeyi umuyorum. Bu sebeple tüm aşamaları ve ara aktörleriyle uzun bir anlatı yerine Suriye, çözüm süreci, Kobani ve doğrudan bu süreçlerle bağlantılı olan 15 Temmuz darbe girişiminden bugüne geleceğim.

Erdoğan için AKP iktidarının ilk 10 yılında her şey yolundaydı. Ne kadar ‘paralel’ bir ortaklık ve dış güçlere bağımlılıklar olsa da artık iç ve dış tehditlere karşı tedirgin bir iktidar yoktu, arkaları sağlamdı. Ancak yıllar sonra AKP bu rahatlığa ve iliklerine kadar işleyen iktidarın hazzına kendini fazlasıyla kaptırdı ve Osmanlı’nın yükseliş dönemindeki kudretine on yılda sahip olduğuna inandı. Erdoğan ve AKP -bağımsızlık karakterinde olduğu için veya iç/dış vesayetlere ilkesel olarak karşı oldukları için değil (nitekim bu bağlarla var oldular)- daha çok iktidar ve daha çok saltanat için ilk bağımsız ya da başına buyruk diyebileceğimiz iç ve dış adımlar atmaya başladı.

ABD ve Batı’dan bağımsız ilk dış hamle: Suriye

Genel kanının aksine Suriye rejimi karşıtı kapsamlı ve sert dış politikalar, Türkiye’nin ABD-Batı işbirlikçiliğinden kaynaklı değildi. Bilakis Erdoğan ve AKP’ye Batı’dan izin çıkmadığı halde, sakin ve kendileriyle ortak hareket etmesi mesajları iletildiği halde ‘Arap Baharını’ 2023 hedefi için kaçırılmaması gereken bir fırsat olarak görüp harekete geçti. ABD, Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanlığı vaadine ve aradan geçen on yıla rağmen Ortadoğu’da hala Türkiye’den çok Suudilerle at koşturuyor, Erdoğan’a biraz daha sabırlı olmasını ve kontrolden çıkmamasını telkin ediyor, Cemaat aracılığıyla ufak operasyonlarla uyarılarda bulunuyordu. Ama Erdoğan’ın daha fazla sabretmeye ve ayağına gelen bu Arap Baharı fırsatını tepmeye hiç niyeti yoktu. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki İhvancı yapılar üzerinden bir hakimiyet alanı oluşturarak ABD ve Batı’ya kendini ispat edecek ve ‘Artık yeter, sadece Türkiye’de değil Ortadoğu’da da ben varım’ diyecekti. Suudilerin ise bölgedeki ‘baş işbirlikçi’ konumunu Türkiye ve Erdoğan’a kaptırmaya hiç niyeti yoktu. Arap/Fars denklemine Türkleri sokmayacak, hele hele Arap coğrafyasında Suudiler varken ABD’nin AKP ile iş tutmasına müsaade etmeyecekti.

AKP Tunus, Libya ve Mısır’daki halk ayaklanmalarında İhvan (Müslüman Kardeşler) çizgisindeki kardeş örgütlere tam destek verdi, hem bu örgütlerde hem de bu örgütler üzerinden bölgedeki ayaklanmalarda etkili olmaya başladı. İlk etap gayet başarılıydı, Türkiye/Erdoğan güdümündeki hareketler ülkelerinde iktidara yürüyorlardı.

Suriye’ye de ‘bahar kıvılcımı’ sıçramıştı. Halkın her kesiminden katılımın olduğu, yoksul, örgütsüz kitlelerin başı çektiği güçlü ekmek, özgürlük, demokrasi gösterileri düzenlenmeye başladı. Rejimin sert müdahalelerine rağmen barışçıl ve başarılı bir şekilde büyüyen ayaklanmanın kazanımlarının olacağı ilk günlerden belli oldu. Ülkenin önde gelen muhalif aydınları ve kanaat önderleri gösterilerde hiçbir şekilde şiddete başvurulmaması gerektiği, dış güçlerle değil kendi toplumsal direnişleriyle yola devam edileceği ile ilgili mesajlar verirken, AKP’nin başını çektiği dış güçler bu haklı ve kazanacak olan isyanı sabote ederek müdahale ettiler. Rejim ordusunun komutanlarından bir ‘muhalif ordu’, İhvancılardan da bir ‘muhalif meclis’ kuruldu. İlk etaptaki başarılarla ve ülke içinde mutlak iktidarla gaza gelen Davutoğlu ve Erdoğan Türkiye’nin Suriye rejimini devirip, yönetime kendi İhvancı kadrolarını atayabileceklerine gerçekten inanmışlardı. Ortadoğu’da kendilerine bağlı İhvancı iktidarlar üzerinden bölgede kalıcı bir hegemonya elde edilecek, Suudilere hadleri kardeşçe bildirilecek, ABD-Batı da ‘Tamam siz kendinizi ispat ettiniz, en büyük düşmanların Ortadoğu’daki en önemli üssü olan Suriye rejimini devirdiniz, bizi büyük bir beladan kurtardınız, artık bir oyuncumuz değil bölgesel bir müttefikimizsiniz’ diyeceklerdi, AKP’nin derin strateji dediği planı tam olarak bundan ibaretti.

ABD-Batı, Suriye her ne kadar büyük bir baş belası olsa da Erdoğan’ın bu kontrolsüz adımlarından hiç hoşnut değildi ve bu politikaların ters tepeceğinin de, her işin ehli gibi farkındaydı. AKP’nin Ortadoğu adımları çok aceleci, kontrolsüz, temelsiz, hazırlıksız, toy, hele hele Rusya, Çin ve İran’ı alt etmeden Suriye rejimini devirebilme ihtimaline inanmak tam bir hezeyandı. Öyle bir ihtimal olsa İsrail-Batı ve Suudiler bir an beklemeden Türkiye’ye tam destek vererek Suriye’ye karşı savaşa girerlerdi.  Erdoğan sadakatten ve kontrolden çıkmanın ilk dış sinyallerini vermiş oldu. Suriye’yi Tunus, Libya ve Mısır’la karıştıracak/kıyaslayacak kadar ‘kör’ ve ‘kendini kaybetmiş’ olduğu dünya siyasetinde genel bir kanı oldu.  Sonuç olarak işte ta o günlerde Erdoğan’ın üstü çizildi. Tüm Arap Baharı bölgesinde Suudi-Amerika’nın yerel örgütleri-güçleri Erdoğan’ın vekili İhvancı örgütleri bastırdı. Mısır’da Sisi’nin (Suudi) Mursi’ye (Türkiye) darbesi ile Erdoğan’ın 2023 ‘demokratik hilafet’ hayali ve tüm dış politika yatırımları yerle bir oldu. ABD’nin Ortadoğu projesi ise koruyup kolladığı, üstüne titrediği Erdoğan’ın kontrolden çıkmasıyla akamete uğramıştı. AKP hatalarından dönebilmek için Suudilere ‘biz kardeşiz’ dedi ama Suudiler ‘hadi oradan’ diyerek karşılık verince bükülemeyen Suudi eli öpüldü ve deyim yerindeyse ‘çok yaşa kralımız’ denildi. ABD’ye mahcup bir şekilde özürler ve durumun toparlanabileceği, telafi edilip yola devam edilebileceği mesajları iletildi ama kabul görmüyordu. İş işten geçmişti, kalem kırılmıştı.

Türkiye’nin ilk ve tek ‘yerli-milli’ hamlesi: ‘çözüm süreci’

Şimdi başarısızlığı bir darbe girişimine yol açacak ‘barış sürecine’ gelelim. Kürt sorunu özelini ve son derece önemli kendine özgün gelişmeleri, malum gidişatı ve iktidarın ‘zafer ilanı’ ile seçim öncesine almaya çalıştığı ama seçim sonrası -seçimi kimler kazanırsa kazansın- kesin gözüyle bakılan ‘silah bırakma ve demokratik çözüm’ dahil beklenen gelişmeleri teğet geçerek doğrudan barış sürecinin başlangıcını, bitimini ve sonucunu ele alalım.

Erdoğan’ın dış bağlarının zayıfladığını, yalnızlaştığını ama içeride ipleri hala güçlü bir şekilde elinde tuttuğunu ve ciddi bir toplumsal karşılığı olduğunu gören Öcalan, ‘devletin ve milletin hassasiyetlerini gözeterek’, hemen ateşkes ve geri çekilmenin başlayacağı, iki yıla kadar silah bırakılacağı ve beş yıl içinde tüm demokratik adımların atılmış olunacağı bir yol haritası içeren mektupla/mesajla devreye girdi. İmralı’da yapılan görüşmelerde bu beş yıllık süreç ve yapılacaklar konusunda taraflar büyük ölçüde anlaşmaya vardı, varıyorlardı. Sadece Kürt sorunu değil kadın (kadın cinayetleri ve intiharları, kadın bilim ve sosyal-siyasal alanları vs), ekoloji (Hasankeyf’in sürecin güvencesi olması vd doğa sorunlarının ele alınması) ve birçok demokrasi sorununun da masada olduğu, konuşulduğu, tartışıldığı ortaya çıktı. Bir dizi ‘demokratik açılımlar’, cem evlerine ibadethane statüsü, eş başkanlığın tanınması, milli eğitim müfredatının ve diyanetin yeniden demokratik ve laik yapılanması, zorunlu askerlik, vicdani rettin tanınması gibi pek çok şey hem AB ile uyum hem de bu süreç kapsamında değerlendirilmiş, kararları alınmış, iktidarın ajandasında sıralarını, zamanlarını bekliyordu ki Gezi ayaklanmasının bir paranoyaya dönüşmesiyle hepsi durduruldu.  ‘Barış süreci’ ve ‘Kürt açılımı’ kapsamında ise ateşkes, geri çekilme, silah bırakma, ardından af (cezaevleri, dağdan ve Avrupa’dan gelecekler için), seçmeli anadilde eğitim, ‘Türklük’ değil ‘Türkiyelilik’ üzerinden ortak kimlik inşası, Kürtçe’ye sosyal, siyasi ve ekonomik/ticari alanda statü, AB modellerinde olduğu gibi yerel yönetimlerin güçlendirilmesi (adı özerklik değil öz yönetim olan ve sadece bir bölgede değil tüm Türkiye’de uygulanacak, vali yetkilerinin bir çoğunun seçilmiş belediye ve meclislerine devredilmesi), Öcalan’ın İmralı’da çalışma ve heyetlerle görüşme koşullarının sağlanması, ev hapsi ya da özgürlük durumunun sürecin en sonuna bırakılması gibi konularda bir ön kabul sağlandığına dair yalanlanmayan notlar ve duyumlar paylaşıldı. Bu bağlamda süreç başarılı bir şekilde ilerliyor, tüm taraflar yol kazaları, provokasyon ve ciddi sabotajların (hem ABD-Batı hem İran-Rusya odaklarınca) üstesinden geliyorlardı. Erdoğan’a içeriden milliyetçi/ırkçı klikler ve Cemaat yapısından itirazlar engellemeler geliyor ama Erdoğan ya ikna ediyor ya da aşıyordu. Öcalan’a da örgüt içinden sorular, kuşkular ve AKP-Erdoğan’a karşı güvensizlikler iletiliyor (özellikle ‘kadın hareketi’ ve ‘alevi-sol kadrolarca) tartışmalar yürütülüyordu. (O günlerde Suriye’deki pozisyonundan dolayı Erdoğan ve iktidarının ‘sünni islamcı/mezhepçi rengi baskın/faal durumdaydı.)

Öcalan bu sürecin amacının sadece çatışmasızlık ve silahların devre dışı bırakılması değil kalıcı büyük barış olduğunu savunarak kadrolarından yüksek özveri istiyordu. (Yeri gelmişken tırnak içindeki ifadeler de dahil olmak üzere yazıdaki kişilere/kurumlara atfedilen söylemlerin okuma, çıkarım ve varsayım olduğunu bu yazıda da bir kez daha belirtmiş olayım) Erdoğan tüm bu ‘fedakarlıkların’ karşılığında şart olarak öne sürmemiş olsa bile, net bir şekilde Kürtlerden Türkiye’de başkanlığna karşı bir pozisyonda olmamalarını, özellikle Suriye/Ortadoğu’da engel ya da karşı olmamaktan da öte bir ‘ortaklık’ içinde olmalarını bekliyor, sürecin kazanımlarını/gücünü ‘demokratik cumhuriyete’ değil kimseye güven vermeyen kendi yönelimine/iktidarına aktarmaya çalışıyordu. (Bu yaklaşım Gezi’den sonra zaten oy kayıplarının rapor edildiği AKP’nin, çözüm sürecine rağmen en sadık oyları olarak gördüğü ‘Kürt AKP’li seçmen’ oylarının dahi kaymasına vesile oluyordu. 2014’ün sonunda cumhuriyet döneminin en uzun MGK’sı olarak bilinen 28 Şubat MGK’sından daha uzun süren bir MGK toplantısı gerçekleştiğini ve 28 Şubat darbesine, 28 Şubat Dolmabahçe mutabakatıyla tarihi bir cevap verilecekken Erdoğan’ın bu süreci tanımadığını ve mutabakatı inkar ettiğini de not düşmüş olalım.) İma edilen bu beklentiler masada da güvensizliklere ve uygulamalarda yavaşlamalara yol açtı. PKK ve Kürt siyasetinin taraflarınca çokça tartışıldı ve Öcalan’ın uyarılarına rağmen hem legal siyasette hem de sahada karşı-süreç sinyalleri verilmeye başlandı. Kürt taraflardan bu beklentilerin beyhude olduğuna dair somut ret ve itirazlar geldi. Üstüne, AKP iktidarının riske girdiğini, seçimi tek başına kazanamadığını gösteren anket sonuçlarıyla Erdoğan ‘kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez’ niyetiyle attığı adımlar ardından ‘pirince giderken bulgurdan olduk’ diyerek ‘demokratik açılımlardan’ sonra barış sürecini de silahların bırakılmasına birkaç hafta kala durdurdu, dondurdu. (Silah bırakma kararının/kongresinin bu kadar ertelenmesi de daha sonra sürecin selameti açısından büyük bir hata olarak değerlendirildi. Önümüzdeki ‘süreçte’ ilk adımın şartsız koşulsuz Türkiye’ye karşı silah bırakma olacağı bekleniyor.)  

Türkiye’den çok Ortadoğu ile ilgili olan 2023 hedefi inadı ve tüm tarafların karşılıklı hataları ve korkuları, masada demokratik bir başkanlığa itiraz edilmediği halde bu süreci bitirmişti. AKP’nin iktidarı kaybetme lüksü yoktu ama Kürtler müttefik olmak istemediklerine göre artık iktidar olabilmenin/kalabilmenin yolu barış, özgürlük ve demokrasi değil; baskı, yasak, kutuplaşma, kin-nefret ve çatışmalardan geçiyordu. Baldıran zehri içmeyecek, içereceklerdi.  Öcalan her şeye rağmen Kürtlerden ve demokratik çevrelerden hem Suriye’de hem de Türkiye’de ne Erdoğan karşıtı ne de Erdoğan yanlısı cephede olunmaması gerektiğini, üçüncü yolun tek alternatif olduğunu, sürece karşı, süreci tehlikeye atacak söylem ve adımlardan kaçınılması gerektiğini söyleyerek sonuna kadar barışta ve sivil siyasette ısrarcı olunması, anlık zorunlu öz savunma durumları dışında ne olursa olsun çatışmasızlığın korunması ve bir daha silahların devreye girmemesini istedi. Uluslararası güçler ve lobilerin teyakkuzda olduğunu, süreç bozulur ve silahlar yeniden devreye girerse, çatışmalar başlarsa darbenin kaçınılmaz olacağını söyleyerek Erdoğan’ı da uyardı. Ancak çabaları karşılıksız kaldı, tüm taraflar 7 Haziran’a giderken ve sonrasında barış süreci konseptine aykırı söylem, eylem ve siyasete kapıldılar, Türkiye ve Kürtler tarihi bir fırsatı kaçırmış, ilk bağımsız ‘yerli-milli’ hamle hüsranla sonuçlanmış, pusuda bekleyen darbeye davetiye çıkarılmıştı.

Batı’ya artık yüzünü dönemeyen Erdoğan, içeride de müttefik ve bir kurtuluş yolu bulamamıştı, Doğu-Asya’ya doğru yavaş bir eksen değişikliğine gitmek, kendini güvenceye almak istiyordu. Bu değişikliğin, girdiği Suriye bataklığından dolayı hızlı ve kolay olamayacağının farkındaydı. Ama Rusya ve İran Erdoğan’ın içine düştüğü durumun, NATO tarafından avlanmak istediğinin farkında, Türkiye’yi en büyük düşman ABD’den kurtarıp kendine çekmek için beklemekteydi. İşin ehli tüm taraflarca bilinen/beklenen darbe girişimi başarısız olursa Erdoğan’ın/AKP’nin dolayısıyla Türkiye’nin kendini Rusya’nın kollarında bulacağı rahatlıkla öngörülebilen bir gerçekti. ABD-NATO’nun darbe girişimine gelmeden önce doğrudan ilişkili olduğu IŞİD’in Kobani’yi işgal harekatını işlemek ve doğru okumak gerekir.

15 Temmuz’uz ilk adımı: Kobani’ye IŞİD saldırısı

(IŞ)İD – İslam Devleti örgütü güçlü tarihsel referanslara, sosyal-siyasal, bölgesel-küresel nedenlere dayanan, sadece silahla çözülemeyecek devletçi/iktidarcı bir zihniyet yapısıdır, sorunudur. Bu örgüt bazen sadece IŞİD’dir bazen sadece IŞİD değildir, Suudi’dir, bazen ABD-İsrail’dir. Bu klişe saptamayı bu örgütü ve Ortadoğu’yu her yönüyle 20 yıldır izlemiş, çalışmış, siyasi, sosyal, legal, illegal tüm tarafları gözlemlemiş, mülakatlar ve saha araştırmaları yapmış bir özgüvenle, emin olarak dile getirebilen bir araştırmacıyım. Varsayım, tahmin, analiz olarak değil kesin olarak şunu ifade edebiliyorum ki, Kobani’ye tam bir devlet gücüyle saldıran IŞİD olsa da saldırtan ABD ve ortaklarıydı. (15 Temmuz’da da olduğu gibi) 

Her devlet/örgüt dünya siyaseti koşulları gereği az çok etkiye, yönlendirmeye ve bazen kontrole açık hale gelir. Öncelikli hedefi Batı olan el Kaide’nin, öncelikli hedefi Şiiler/Aleviler, Müslümanlar, dinsizler olan yeni sürümü IŞİD’in yönetimi Saddam’ın ABD ile anlaşmış Baasçı komutanlarından ve müftülerinden oluşur. Ki daha önce İran-Irak savaşında da bu kadrolar ABD ve NATO ile beraberdi. IŞID ve Ortadoğu ile ilgili kapsamlı bir çalışma için IŞİD ve Ortadoğu Çerçeve Metnine göz atmanızı tavsiye ederim: https://ebrari.wordpress.com/2016/09/18/samer-isid-raporu-ve-panele-davet/  

Ortadoğu’nun tarihsel krizlerini çözmeye talip, mevcut sisteme alternatif bir paradigma ve siyasetle, Kürt kimliğine hapsolmayarak toplumsallaşan ve Yukarı Mezopotamya’yı aşarak tarihte ilk defa bölgesel bir aktör olarak dünya sahnesine çıkan Kürtleri sisteme ve ‘asli eksene’ mecbur etme, önlerini alma, IŞİD’in Kobani’yi işgal harekatının ana hedeflerinden biriydi. Kürtler, dostları ve ‘enternasyonal dayanışma’ ile bu saldırıyı sadece öz güçleriyle, ABD ya da Türkiyesiz bir şekilde def edebilseydi Ortadoğu’nun tarihsel seyri değişecekti. Kürtlerin altın çağının başlaması, Kürt halkı öncülüğünde etnik/din/mezhep kimliklerini aşan ‘devrimler süreci’ başlaması kuvvetle muhtemeldi. Bu anlamda IŞİD’in ve dolayısıyla ABD’nin ciddi bir başarısından söz edilebilir. Kürtler de, bölgesel-küresel denklemler ve dengeler içerisinde -paradigmasından çok- Kürtler olarak yer alarak/bularak Ortadoğu’da güçlerini ve varlıklarını garanti altına alarak ve IŞİD’e karşı ‘destansı direnişle’ dünyanın ‘bu karanlığa karşı tek demokratik alternatifi’ olduğunu ispat ederek önemli bir başarı sağlamış oldu. Uzatmadan konumuza yani bu saldırının ikinci ana hedefine gelelim.

Kobani’ye saldırının hedefinde doğrudan barış süreci ve doğduğu görülen Türk-Kürt barışı ve muhtemel ittifakı vardı. Çözüm süreci darbelenecek ve bitirilmesi başarılırsa da son vuruşun yani darbenin yolu açılacaktı. Bu hedefte tam başarı sağlandı.

Erdoğan/AKP karşıtlarının genel kabulünün ve iddiasının aksine IŞİD ile AKP arasında bir ortaklık ya da destek/yardım söz konusu değildi. Elbette Suriye sahasının bu yapılara zemin sunmasında AKP’nin rolü ya da IŞİD’le olması gerektiği kadar aktif bir şekilde mücadele edilmemesi, bazı durumlarda göz yumulması dolaylı destek olarak değerlendirilebilir. Yine istihbari iletişimler, karşılıklı ateşkes ve bazı güvenlik anlaşmaları da görülüyor. Ancak unutulmamalı ki IŞİD her zaman AKP-İhvan aleyhine Suudi-ABD lehine pozisyon alır ve almıştır.

AKP iktidarı, Suriye rejimine karşı içinde el Kaide/Nusra’nın da olduğu ittifakları desteklemekle suçlanabilir, ki suçlanacaktır. Ama buna IŞİD dahil değil. Türkiye bilakis IŞİD’e karşı savaşan muhalif örgütleri -ki aralarında YPG’nin de içinde yer aldığı Fırat Volkanı operasyon merkezi de vardı- destekledi. Şuan kulağa çok imkansız gelebilir ama o günlerde Türkiye YPG’yi düşman olarak değil muhtemel, müstakbel müttefik olarak kabul ediyordu. PYD ve YPG’liler, siyasi yöneticilerden komutanlara kadar rahat bir şekilde Türkiye’ye gelip gidebiliyor, faaliyet yürütebiliyor, devletle -sadece istihbari değil- hükümet nezdinde resmi temaslarda bulunabiliyorlardı. YPG’nin kontrol altında tuttuğu sınır bölgelerinden giriş-çıkışlar, alış-verişler yapılabiliyordu. Yaralı YPG’liler Türkiye ambulanslarıyla, Türkiye hastanelerinde tedavi görüp geri dönebiliyorlardı. Kobani’ye lojistik destek ve takviye dahi Türkiye’den -zor da olsa- geçebiliyordu. Süleyman Şah operasyonunun nasıl, kimlerle ortaklık içerisinde yürütüldüğü de herkesin malumu. (Öcalan’ın ‘Eşme ruhu’ açıklamasına TSK’nin verdiği karşılığın bir darbe pratiği ve süreci olduğu değerlendirmesiyle ve Kobani gösterilerinde yaşanan karanlık kanlı olaylarla ilgili HDP’nin TBMM’ye sunduğu araştırma önergesi de önemli bir aşamadır.) Ve daha neler neler, elbette tüm bunlar bazı yol kazalarına rağmen hem devlet hem örgütler tarafından çok göze sokulmadan, sürecin selametini riske sokmadan, itidalle gerçekleştiriliyor ve ilerletiliyordu. Şuan taraflar hiç böyle bir süreç yaşanmamış gibi davranıyorlar ama ziyadesiyle yaşandı ve korkulması gerekenin barış ya da barış süreci değil barışta ısrarcı olmamak olduğu ortaya çıktı. Ki ABD-IŞİD saldırısının (ayni şekilde darbenin) nedeni/hedefi de bunlardı ve tarafların barışa, barış sürecine olan güvensizliklerinden ve korkularından cesaret aldılar.

Bunları şu yüzden hatırlatıyorum; süreç, ortam, ilişkiler bu aşamadayken, Kürt Halkı ve Kobani, insanlığın, ortak düşman ve en büyük tehdit olarak gördüğü IŞİD’in acımasız bir saldırısı altındayken ve tüm dünya da bu saldırıda Kobani’den taraf olmuşken, farklı hemen hemen tüm siyasi taraflar ‘bir şey yapmalı’ diyorken, AKP’lisinden HDP’lisine Türkiye’deki Kürtler kardeşleri-akrabaları için Kobani’ye bir koridor açılması talebini sahipleniyorken, her şeyden önemlisi Kobani’ye saldırının ana hedefi ve darbe dinamiklerinin harekete geçtiği görülüyorken, Kürtler Batı ile değil Türkiye ile bu saldırıya karşı koymayı istiyorken, Türkiye’nin/Erdoğan’ın yapması gereken tek bir şey vardı; Kürtlere ‘buradayız, beraberiz’ demek ve IŞİD’e karşı o günlerde harekete geçmek. Barış sürecini koruyacak ve darbeyi engelleyecek başka bir yol yoktu. Üstelik bu adımın hiçbir bedeli, götürüsü, riski de yoktu. Hem ülkede hem bölgede hem dünyada her açıdan Türkiye için kazanımı olan, her kesimden tebrik-takdir görecek ve Batı’nın komplosunu bozacak küçük bir adımdı atılması gereken ama uzatılan el havada kaldı.

Erdoğan bu süreci de Batı’ya kendini yeniden kabullendirebilmek için kullanmayı tercih etti. Batı’ya ‘hava saldırısıyla IŞİD sorunu çözülmez karadan bizimle ortak bir şekilde hareket edilirse üstesinden geliriz’ mesajları vererek çok acil ve önemli bir soruna/komploya karşı blöf siyaseti yapması ters tepecekti. Oysa Türkiye’nin de Kürtlerin de Batı’ya ihtiyacı yoktu. Kürtlere karşı ‘ben yapacağımı zaten yapıyorum, bunun dışında ne destek olurum ne köstek, Kobani zaten düştü düşecek. Batı, Suriye ve IŞİD ile ilgili planlarına bizi de dahil etmeli, tek çözüm bu’ söylemleri ve eylemleri, bir hedefi de Türkiye olan, Türkiye’nin barışı ve beraberliği olan IŞİD saldırısına, uluslararası komploya ve gelecek darbe girişimine zemin sunmak anlamına geliyordu. Bu, riski sıfır olan, getirisi bol, acil, zorunlu, kolay ve küçük adım atılmayarak ülke ve bölge için felaket bir döneme giriş yapılmış, bölgede Batı hegemonyasına, ülkede ABD darbesine kapı açılmış oldu. Süreç ABD’nin planlandığı gibi büyük bir darbe aldı. Batı IŞİD’e karşı ağır aksak hava saldırılarıyla bir yandan dünyaya Türkiye’nin dibindeki halkın bile kurtarıcısı olduğu şovunu yapıyor, bir yandan da varlık mücadelesi veren Kürtlere Türkiye’nin uzatmadığı eli uzatıyordu. Türkiye muhalefetinin Kobani sürecinde AKP’nin Kobani için hiçbir şey yapmıyormuş gibi ve hatta AKP Kobani’de IŞİD’i destekliyormuş gibi algı yürütmesi, söylem ve eylemlerde bulunması, Kobani gösterilerinde yaşanan karanlık olaylar, daha sonra ‘sürecin’ tüm taraflarının karşılıklı yaptığı hatalar, hendek süreci, operasyonlar, harekatlar sonucunda en değerli şey olan barış çok ucuza harcanıyor, onca bedel yeni bedellerle heba ediliyordu. Artık her şey kötüye, çok kötüye gidecekti. Türkiye ve dünya siyasetini bilen herkesin kafasında artık tek bir soru vardı; gerçekleşmesi kesin olan darbe girişimi ne zaman, nasıl gerçekleşecek ve sonuçlanacaktı?

15 Temmuz: AKP’yi değil Erdoğan’ı tasfiye etme operasyonu

Dershaneler, yargı ve istihbarat operasyonları, 17/25 Aralık, ses kayıtları, şantajlar vs hepsi basit uyarılar, kılıflar ve darbenin ayak sesleriydi. Görünürde gerekçeler ne kadar lokal görünse de asıl meselenin Cemaat-AKP çıkar çatışması, derin devlet ve paralel devletin didişmesi, pastada pay anlaşmazlığı olmadığını biliyoruz. Talimatı ABD’nin, organizasyonu NATO’nun, eli ve kılıfı da ‘FETÖ’ olan darbeyle planlanan şey klasik bir ‘ordu yönetime el koydu’ darbesi değildi. Artık bu tür darbelerin Türkiye’de sonuç alma şansının olmadığını herkes, en çok da darbeciler biliyordu, kaldı ki böyle bir şeye ihtiyaçları da yoktu. Türkiye ve siyaseti tam istendiği gibi şekil almıştı, yok edilmesi gereken bir siyasi hareket ya da ezilmesi gereken bir toplumsal kesim yoktu, AKP ve kadrolarında da bir sorun yoktu, sorun olarak görülen tek şey ‘kendini kaybetmiş’, ‘kontrolden çıkmış’ ve kendini kollamak için Batı’nın gözbebeği Türkiye’yi Rusya’nın kollarına atmaktan dahi geri durmayacağı öngörülen Erdoğan’dı.

Anlaşılan o ki planlanan, görevini yapıp kaybolacak bir özel tim ile Erdoğan ‘ortadan kaldırılacak’, ardından yaşanan süreç kontrol altında tutularak 8-10 ay sonrasında yeniden eski-yeni tüm kadrolarıyla AKP’nin kazanacağı bir seçime gidilecekti. İlk günden beri faili, planı, nedenleri, hedefleri ve sonucu belli darbe girişimiyle ilgili bugüne kadar benzer tahminlerde, yorumlarda bulunulmaması sanıyorum ki bu senaryonun hiçbir siyasi kesimin işine gelmemesiyle, kullanışlı bulmamasıyla alakalıdır. Ki muhtemelen bu yazıdaki yaklaşımların geneli çoğu siyasi tarafı memnun etmeyecektir.

Erdoğan’dan sonra AKP ve tabanı başta olmak üzere toplumda büyük bir korku ve kaygı hakim olacak, bir dizi tehlikeli provakatif karanlık operasyonlar gerçekleştirilecek, sokaklarda kaos ve kargaşa sinyalleri, siyaset ve devlet yönetiminde boşa düşme, tehlikeli belirsizlikler ve iç çatışma riskleri nedeniyle yine AKP tabanı başta olmak üzere toplumun büyük bir kesiminin rızası ile 8-10 ay sonra yapılacak seçimlere kadar ordu ‘yurtta barışı’ sağlayacaktı. Darbenin hala korunan siyasetteki ayağı en az ordu ve emniyet kadar hazırdı. Ordu tüm yönetimi ve kurumları ele geçirmeyecek, devlet normal işleyişine devam edecek, siyasileri hapsetmeyecek, partilere karışmayacak hatta ‘kurucu lideri şehit edilmiş’ AKP’ye alan açacaktı. Yetkili ‘konsey’ vekaleten Erdoğan yerine başkanlık görevini üstlenip, Erdoğan’ı rahmetle ve minnetle anarak ülkeyi seçime götürecekti. Sokaktaki ve yönetimdeki asker en çok AKP’nin güvencesi koruyucusu olacaktı ve en çok AKP’liden destek görecekti. Ardından asli eksenine dönmüş, ilk yıllarındaki gibi Cemaatle ortak ve Batı’ya oyuncu olan, nankörlük etmeyen, haddini hududunu bilen ve dersini almış bir AKP ‘şehit edilen kahraman liderinin izinden’ büyük bir seçim zaferi kazanacaktı. Yani darbe girişimi Erdoğan’ı tasfiye edip, ‘kendini kaybetmemiş’ bir AKP/Türkiye ile yola kalındığı yerden devam etmeyi amaçlayan bir suikast ve kontrollü seçime gidiş operasyonuydu. Ama bu herkesin beklediği darbe girişimini Rusya da (İran ve Çin ile beraber) bekliyordu, ava giden Amerika’yı avlamak için hazırlıklar yapılmıştı.

Ortadoğu ve Suriye bu haldeyken, dünya üçüncü savaşın eşiğinde ya da içindeyken, Türkiye gibi her açıdan önemli, güçlü bir NATO ülkesi hazır tecrit edilmiş ve yüzünü Doğu’ya dönmeye çalışıyorken, Rusya ve İran’ın, ABD’nin Türkiye’de ipleri yeniden ele almasını izlemesini beklenemezdi. Erdoğan ve MİT muhtemelen haftalar önce uyarılmış, MİT ile ortak Rusya istihbaratı ve İran Kudüs Ordusu birimlerince özel karşı-darbe birimi oluşturulmuş, darbeciler takibe ve hatta kuvvetle muhtemel büyük ölçüde kontrol altına alınmıştı. Zaten darbenin ilk ve en önemli ayağı olan Erdoğan’a yönelik suikast engellendikten sonra tüm darbe süreci boşa düşüyordu. Başarılı bir şekilde kurtarılan/kaçırılan/korunan Erdoğan’ın ayakta ve hayatta direniş çağrısı yaptığını gören-duyan askeri ve siyasi darbeciler şoke oldu ve kalkamadan yerlerine oturdular. Erken ve asılsız talimatlarla harekete geçen, milletin desteğini beklerken direnişi ile karşılaşan, darbecilerin sattığı panik haldeki küçük darbeciler sabaha kadar etkisiz hale getirildiler. İhtimaller ve senaryo olasılıklarını bir kenara bırakırsak kesin olan şey şu ki; Erdoğan’ı tasfiye edecek ve AKP’yi daha da güçlendirecek bir ABD-NATO darbe planı ve girişimi oldu ve bu darbe girişimi Rusya-İran öncülüğündeki karşı-darbe operasyonuyla başarısızlıkla sonuçlandı hatta ava gidenler avlandı.

Daha Türkiye’de bile millet ne olduğunu anlamadan gecenin ilk saatlerinde ilk açıklama İran’dan geldi. İran’ın o gece uçaklarının dahi motorları açık bir şekilde sabaha kadar beklediği ve tüm birimlerinin beklenmeyen bir darbe başarısı durumuna karşı teyakkuzda olduğu ortaya çıktı. Suriye ve Irak’taki çatışmalardan dolayı Erdoğan ve AKP ile kanlı bıçaklı olan hatta sahada çatışmakta olan, AKP’lilerin ve güdümündeki İslamcıların o günlerde kin ve nefret kustuğu İran, Türkiye halkının ve hükümetinin darbeye karşı direnişini selamlayıp yanlarında olduğunu açıklayarak ilk tepki veren ülke oldu. İran’ın bu çok erken ve ‘beklenmeyen’ net tavrı olan biteni anlamak için yeterli oldu. Canı kurtarılan ve daha güçlü bir iktidar sunulan Erdoğan artık tamamen Doğu/Asya hattına geçiş yapacaktı. Türkiye, Suriye ile ilgili dış politikalarındaki ‘u’ dönüşünü -bugünlerde değil- daha o gece, darbeden hemen sonra yaptı.  Rusya ve ortaklarının derdi ocaklarına düşmüş Erdoğan’ı sıkıştırmak, zora sokmak, zayıflatmak değil bilakis daha güçlü bir Erdoğan’la uzun vadeli üzüm yemekti. Erdoğan’ın çıkarlarını ve dengelerini gözeterek, hatta Batı ile olan ilişkilerinde daha hassas ve sakin olunması istenerek yol haritaları çiziliyor, formüller aranıyordu. Ki bugün de hala devam ediyor. ‘Katil Esed, Katil Rusya, Katil İran’ sloganları, söylemleri ve eylemleri, İran-Şia karşıtı propaganda darbeden sonra bıçak gibi kesildi. Çin aleyhine ve Doğu Türkistan lehine açıklamalar-gündemleştirmeler Çin tarafından AKP ve MHP’ye yasaklandı. Perinçekler Çin adına siyasete ve medyaya adeta müfettiş olarak atandı. Batı’ya dönük ithalat ihracata bağlı Türkiye ekonomisini Çin imalat sistemine uyumlama ve bağlama süreci başlatıldı. (Yerli ekonomi modeli denilen uygulamalar Çin’in talimatları) Canına kast edilmiş olan Erdoğan’a içeride her şey serbest denildi ama dış politikada her adım Rusya ile kontrollü ve dikkat çekmeden atılacaktı. Batılı dış güçlere yüzü dönük olan Türkiye Doğu’nun dış güçlerinin etkisi hatta kontrolü altına girdi. Yıllar geçti ve hala Türkiye’de ve bölgede gidişat büyük ölçüde Putin’in ve müttefiklerinin istediği gibi ilerliyor.

Cumhur İttifakı Lideri Putin, Adayı Erdoğan

Putin’i Erdoğan’la müttefik görmek, Erdoğan ve AKP’nin Rusya-Çin ve ortaklarıyla olan ilişkilerini ‘dostluk’ ya da ‘denge siyaseti’ olarak okumak büyük bir yanılgı ya da çarpıtmadır. 15 Temmuz’dan beri Türkiye ve bağlı olduğu Doğu ittifakının çizmeye çalıştığı resim budur ama gerçekte yaşanan ‘ortaklık’ değil ‘bağımlılıktır’. Uç bir yorum olan bu alt başlıkla anlatılmak istenen de budur. Bu ilişkilerin derinliğini yeni yeni idrak eden Batı aklının siyah alarm verdiğini ve bu durumu çok ciddi bir tehdit ve hedef bilerek teyakkuzda olduğunu not düşerek Türkiye 2023 seçimlerine gelelim.

Şimdilik iktidarı ve muhalefetiyle herkesin ekonomik kriz nedeniyle ötelediği ama seçimin esas belirleyicisi olacak ‘Kürt sorunu’ ve tüm tarafların sona sakladığı ‘Kürt kartları’ ile Türkiye tarihinin en kritik seçimlerine gidiyor. Geçim derdi, pahalılık, zamlar, kurlar yüzde bir dışında tüm Türkiye’yi sarsmış durumda. Muhalif taraflar ‘ekonomi berbat, Kürtler de cepte’ rahatlığıyla seçimi şimdiden kazanacaklarına emin görünüyorlar. Peki gerçekten Batı’dan doğan AKP iktidarı Doğu’dan batacak mı?

Rusya/Putin, Çin ve İran gibi Batı karşıtı cephe sadece dışarıda değil içeride de Erdoğan ve ittifakının kazanması, elinin güçlenmesi için kendi lokal çıkarlarından dahi ödün verebilecek kadar kararlı ve her açıdan teyakkuz halindeler. Türkiye 2023 seçimlerini Batı güçleri de Doğu güçleri de kendi ülkelerindeki seçimden daha az önemsiz görmüyor. Ama özellikle Doğu blok ele geçirdiği Türkiye’yi kaybetmemek için tüm imkanlarıyla seferber olmuş durumdalar. İktidar için seçim sürecinin en güçlü ayaklarından birinin dış politika olacağı şimdiden belli oldu. Putin uzun zamandır Rusya-Ukrayna savaşını bitiren dünya lideri olarak Erdoğan’ı öne sürme peşinde. Ukrayna ve Batı güçleri de bunun farkında olduğu için Rusya ile aracı olarak Türkiye yerine Suudi Arabistan’ı öne sürmek istiyor ama Rusya, Türkiye üzerinden yapılan girişimlerde uzlaşmacı role girerek Ukrayna’yı Türkiye’ye mecbur bırakmaya çalışıyor. Şuan öyle bir emare ya da ihtiyaç yok ama neler yapılabileceğine örnek olması açısından, büyük lider Erdoğan’ın girişimi ve Çin’e ayar vermesi(!) ile Çin’in küçük, göstermelik bir Uygur açılımı bile yapabileceği ihtimaller arasında sayılabilir. Yani büyük Türkiye güçlü lider imajı için Doğu dış güçlerinin hem içeride hem dışarıda kredisi limitsiz. Bu güçler sadece siyasi olarak değil seçimi kurtarabilmeye yeterli geçici bir ekonomik rahatlama için de seferber olmuş durumdalar.

AKP iktidarı, partisinin ve Türkiye’nin ‘asli ekseni’ ile ilk 10 yılını ekonomik gelişmeler ve AB reformlarıyla ‘başarılı’ bir şekilde yürüttü. Sonra 5-6 yıllık bir -eksen kayması değil- eksen şaşması yaşandı. Demokratik açılımlar devam etse ve barış süreci başarılı bir şekilde sonuçlanabilseydi artık bölgede güçlü bir Anadolu-Mezopotamya/Türkiye ekseninden söz edilecek ve Ortadoğu’da Arap(Batı) ve Fars(Doğu) denklemleri Türk-Kürt (Türkiye) ittifakıyla sarsılacaktı. Barış korkusu ve iktidar/saltanat hırsı galip geldi. Daha sonraki 5-6 yılda yaşanan/yaşadığımız süreç ise eksensizlik ve Doğu/Asya dış güçlerine ‘uydu’ sürecidir.

Barışanın, helalleşenin kazanacağı bir yıl

Önümüzdeki seçimlerin en az Türkiye kadar bölgeyi ve dünya güçlerini ilgilendirdiğini, Doğu ile Batı arasında bir kapışmanın yaşanma ihtimalinin güçlü olduğunu hesaba katarak her tür gelişmeye hazırlıklı olmak gerekir. Uluslararası dengeleri (bağımlılıkları değil), ilişkileri, bölgesel gerçeklikleri gözeterek, şiddete, nefrete, düşmanlığa değil sokaklara, köylere, toplumsal özgüce dayanarak, cesaretle helalleşebilen, barıştan korkmadan yüzleşen iradelerin, inisiyatiflerin öncülük ettiği bir süreç yaşanırsa, -yeryüzünün binlerce yıllık gidişatından ve küresel sistemden ayrı olarak-, ülkemizin ve bölgemizin sırtına bindirilmiş ve yüzyıllık birikmişliğiyle artık taşınamaz hale gelen yüklerin çoğundan kurtulacağımız bir yıl, yeni bir yüzyıl, yeni ve demokratik bir cumhuriyet bekliyor hepimizi.  Aksi halde yaşanabileceklerin ‘en iyi’ ihtimallerini dahi düşünmek istemeyiz. Barıştan uzak olana uzak olalım.

Cihad Ebrari  –  Çanakkale Cezaevi

Gazete Duvar

Batı’dan doğan iktidar Doğu’dan batacak mı?

Ekim 28, 2022 Yorum bırakın

Türkiye islami kesimi; Komünizmle Mücadele Dernekleri, Rabıta ve ‘Afgan Cihadı’ aracılığıyla sağcı-batıcı sünniliğe aktarılan milyonlarca dolar, ‘evrim eşittir ateizm’ ve ‘solculuk eşittir din-iman düşmanlığı’ kampanyalarına harcanan milyarlar ve Yeşil Kuşak Projesi ile çok kapsamlı bir kırıma uğradı. Sedat Yenigün ve Metin Yüksel gibi sağ ile kavgalı ‘yeşil komünist’ ve ‘sosyal islam’ çizgisinin öncülerini derin suikastlar ile tasfiye edip sağcı islamcılara yol açma operasyonları da bu kırıma dahildi. Ancak tüm bunlara rağmen 90’lı yılların sonuna gelindiğinde radikal islamcı denilen ve meydanlarda yüzbinleri dolduran ‘illegal’ islami hareket, kapitalist-emperyalist sistem ve hatta devlet karşıtlığı duruşu ile güçlenmeye devam ediyordu. Sağ ile kavga ederken, uluslararası denklem ve dengelerde bir türlü yüzlerini ABD ve Batı’ya dönmüyorlardı. Bir yandan da Erbakan liderliğindeki ‘legal’ muhafazakar islami parti, siyasette Batı karşıtı ve Doğu Asyacı politikalarla dikkat çekiyordu. Her ne kadar başörtüsü yasakları, ikna odaları ve tanklara balans ayarı ile simgeleşmiş de olsa, 28 Şubat’ın en önemli nedeni işte buydu. Yollar, yöntemler ve uygulamalar farklıydı ama 12 Eylül’ün de 28 Şubat’ın da failleri ve amaçları aynıydı.

28 Şubat sürecinde ‘’Laiklik elden gidiyor’’ denilerek kadınlara bedenleri ve giyimleri üzerinden pervasız bir devlet şiddeti uygulandı. Laiklik adına kamusal alan yasaklanarak, örtülü kadınlar eğitimsiz bırakılmak ve evlere hapsedilmek istendi. Türkiye toplumunun yarısında bugün hala laiklik denilince ilk akla gelen şey, işte bu 28 Şubat laikliğidir. Tüm bunların amacı; devlete aidiyet bağı olmayan, adalet ve özgürlük talepleri olan, duvar yazılarını Kürtçe de yazabilen, “sınırsızlığı ve sınıfsızlığı” savunan, “Hakkı savunmak en büyük ibadettir” diyen ve daha önemlisi antikapitalist-antiemperyalist duruşu olan, “toplumsal islam” / “devrimci islam” çizgilerinin öncülük ettiği uluslararası arenada “direniş eksenini’’ benimseyen islami/islamcı siyasi itirazları engelleyerek sağcı, devletçi, milliyetçi bir muhafazakar islamcılık yaratmaktı.

Yasaklar, örtülü kadınların giyimi ve yaşam tarzına toptan ve sert bir müdahaleydi, ancak asıl hedef müslüman kadının örtüsü ya da dini vecibeler değildi. Yasaklanan başörtüsü bazen İrancılığı, bazen devrimciliği, bazen rejim ve devlet karşıtlığını, bazen de siyasi toplumsal bir itirazı simgeliyordu. Gericilik, irtica, laiklik kavramları kılıftı, bahaneydi. ‘Yüce dinimiz İslam’ın ve ‘Anadolu’daki analarımızın-bacılarımızın’ örtüsüyle hiçbir sorunumuz yoktu. Mesele başörtüsü ya da İslam değil, hangi başörtüsü, hangi İslam idi. Nitekim Türkiye’nin dört bir yanında üniversitelerde başlayıp sokaklara meydanlara taşan, yüz binlerce katılımın olduğu, polisin jandarmanın sert müdahalelerinin ve çatışmaların yaşandığı gösterilerde ve hep olaylı geçen başörtüsü eylemlerinin sembolü olan Beyazıt Meydanı’nda hiçbir zaman vatan-millet hassasiyeti güdülmez, sağ muhafazakarlığın esamesi okunmazdı. Başörtüsü eylemlerinde islami bayraklar dışında bayrak açılmaz, adalet, hak ve özgürlük talepleri dışında pankartlar, dövizler yer almaz, ‘Türk bayrağı’ açma girişiminde bulunan tek tük kişiler de açtıkları gibi bayrağı geri indirirlerdi. Bugünlerde devletin köşe başlarını tutmuş, görünmez yönetici heyetlerde yer alan, taze ultra devletçi milliyetçi, eski mücahid yeni müteahhit abiler uyarırlardı o müteşebbisleri. ‘Ya Allah Bismillah’ diye başlayan cılız sloganlar başörtüsü eylemlerinde asla karşılık bulmaz, biri teşebbüs etse de devamı asla gelmez, getirilmez ve susturulurdu. Yani islami/islamcı kesim devletle, sağcılıkla, milliyetçilikle kavgalıydı. Asıl sorun ve sebep buydu. Çeçenistan bağımsızlık savaşında Türkiye legal/illegal islami hareketi tüm gücüyle direnişe destek olup Rusya’ya karşı canlarını ve mallarını seferber ederken; Amerika, Alparslan Türkeş üzerinden Çeçenistan için elini uzatıp en azından bu konuda beraber olmak ve ortak düşman karşısında birliktelik yapmak için ne istenirse dileyebilecekleri mesajlarını veriyordu. Ancak başörtüsü ve Çeçenistan eylemlerinde Beyazıt Meydanı başta olmak üzere tüm alanlar her zaman ‘Kahrolsun Amerika-İsrail’ sloganları ile inliyor ve sağcı-batıcı blok ne yapsa olmuyordu.

Başörtüsüne özgürlük eylemlerinin bel kemiği, lokomotifi ve öncüleri, muhafazakar-partili-ılımlı kesim değil, Metin Yüksel çizgisindeki ‘’devrimci islami’’ direniş hattıydı, ‘radikal islamcılıktı’. 10 yıl boyunca suikastlar, tasfiye operasyonları, başörtüsü yasakları ve sert müdahaleler, milyonlarca dolarlık ABD ve Suudi fonları ile çalışan dernekler, vakıflar, cemaatler, casuslar ciddi başarılar elde etse de, Türkiye siyasi islami/dindar dinamizmini tam anlamıyla sağcı-devletçi-milliyetçi ve Amerikancı-batıcı yapmaya yetmedi. Tek yol kalmıştı; ‘’post-modern darbe’’ ile radikaller ezilecek ve dağıtılacak, ılımlı olan partililer ikna edilecek ve yola getirilecekti. ‘Partisizleri’, ‘radikalleri’, devrimcileri ezdiler ve dağıttılar, işinden aşından ettiler, ailelerini dağıttılar, mizansen operasyonlar kurguladılar, tehdit ettiler, şantaj yaptılar, işkencelerden geçirdiler, her birini başka bir cezaevine başka bir koğuşa gönderip yıllarca hapsettiler, kaçırdılar, kaybettiler, kontra yapılara infaz ettirdiler, liseler basılıp öğrenciler DGM’lerde idamla yargıladılar. Bunların hiçbiri iktidarın 28 Şubat belgesellerinde yer bulmadı.

28 Şubat, başörtüsü yasakları ve baskılar, devletin tamamen ayırmaya, kamplaştırmaya çalıştığı sol-sosyalist / Kürt çevreler ile islami kesim arasında sınırlı da olsa bir temas ve iletişim alanı açtı. Başörtüsü eylemlerine gelen sol örgütler geliyor, insan hakları temelli, sol ile ortak toplantılar ve eylemler de gerçekleştiriliyordu. Ama artık ülke için en büyük iki tehdit, MGK’larda da ilan edildiği üzere irtica (resmi metinlerde ve paşaların açıklamalarında irtica olarak değil ‘rejim aleyhtarı irtica’ olarak geçiyordu) ve bölücülüktü, yani ‘sol (ve son) islamcılar’ ve Kürtler… Ahmet Kaya bir yandan kendini, Kürtlüğünü tanımaya ve anlatmaya çalışırken bir yandan başörtüsü eylemlerine destek veriyor, yasakçılara sert çıkıyordu. O günlerde dindarlar ve Kürtler öcüydü, haindi, ajandı, bölücü ve teröristti. Bugünlerde ise ‘dinsizler’ ve yine Kürtler…

Günümüzde, ‘28 Şubat’ın mağduru ve hedefi bizdik’ diyerek siyasi çıkar peşinde olan, bu kırım harekatının hedefi değil amacı olan ve 80’lerden beri yolu açılanlar var. Peki Türkiye tarihinin en başarılı darbesi diyebileceğimiz 28 Şubat’ın resmi hedefleri, amaçları nelerdi. 28 Şubat’ın meşhur Genelkurmay brifinglerinden alıntı yaparak kaldığımız yerden devam edelim.

  • İrticacılar ülkenin siyasal isminin sadece Türkleri değil, tüm grupları da içerecek şekilde değiştirilmesine çalışmaktadırlar.
  • İrticai kesim, kendi ideolojisini ülkeye yerleştirmek ve hakim kılmak doğrultusunda halihazırda ülkenin en hassas konusunu oluşturan kanlı terör örgütü PKK ile ilişkiye girmekten kaçınmamakta, bu şekilde terörü sona erdireceği noktasından hareketle, örgütü ve bölge halkını kendi amaçları için kullanmanın yollarını aramaktadır.
  • İrticai kesim bölücü terör örgütünün ısrarla dile getirdiği ateşkes, bölgesel özerklik, genel af, olağanüstü halin kaldırılması gibi hassas konulan kendi medya organlarında sık sık tartışmaya açmış, temsilcileri vasıtasıyla da bölücü terör örgütü ve sözde sürgündeki Kürt Parlamentosu üyeleri ile doğrudan ilişkilere girmişlerdir.
  • Bölücü terör örgütünün Türkiye’ye yönelik emellerini gerçekleştirmek için, kendilerine en yakın müttefik olarak radikal İslamcı grupları gördüğü ve Kuzey Irak’taki kamplarda yapılan eğitimi, cihat hazırlıkları olarak lanse ettiği tespit edilmiştir.
  • İrticai kesimin yükselişi karşısında bölücü terör örgütünün başı, MED-TV’de yaptığı açıklamada; ülkemizde irticai faaliyetlerin artmasını, amaçlarının tahakkuku için uygun bir fırsat olarak değerlendirmiş ve bu kesimle ilişkilerin daha da geliştirilmesi gerektiğini açıkça beyan etmiştir.
  • Terör örgütünün başı bu beyanı yaparken, irticai görüşe sahip bazı siyasi parti yetkilileri de bölgede taban oluşturmak maksadıyla; PKK terör örgütünün güdümünde bulunan HADEP yetkilileri ile yoğun temaslarda bulunmuşlardır. Bu konu televizyonda yayımlanan bir açıkoturumda bizzat HADEP yöneticileri tarafından kamuoyuna duyurulmuştur.
  • Bu siyasi partinin irtica yanlısı Diyarbakır İl Başkanı, bölücü örgüt başının kendi partisinden aday olabileceğini açıklıkla ifade etmiş ve bu görüş maalesef aynı partinin bazı parlamenterlerince de desteklenmiştir. Benzer olay 1991 yerel seçimleri öncesinde de, HADEP’le işbirliği yapılmak suretiyle sergilenmiştir.
  • Avrupa’daki bölücü örgüt büroları ile Avrupa Milli Görüş Teşkilatı’nın, Türkiye Cumhuriyeti aleyhinde yapılan eylemleri birlikte organize ettikleri, yurtiçinde de Milli Gençlik Vakfı ile HADEP’in Cumhuriyet rejimine karşı ortak mücadele başlattıkları hakkında önemli tespitler yapılmıştır.
  • Sözde adil düzen kavramı içinde; özellikle belli bir dini görüş ve inanca sahip olanlarla, olmayanlar arasında farklılık ön plana çıkartılmış, bu dini görüş ve inanca sahip olmayanlar, düşmanca hareketlerin hedefi olarak gösterilmiştir.
  • Türkiye’de etkinliği gittikçe azalan bölücü terör örgütünün yurtiçinde ve yurtdışında irticai unsurların gerisinde ve desteğinde yer almaya başladığı ve ittifak oluşturma çalışmaları ile yeni bir çıkış yolu arama gayreti içinde olduğu bugün belirginlik kazanmaktadır.
  • İç ayaklanmaya doğru ivme kazanan bu irticai faaliyetler bugün maalesef suni gündem söylemleriyle kamufle edilmeye çalışılmaktadır.
  • Dışarıdan gelebilecek bir tehlikenin bertaraf edilmesi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir görevi olduğu gibi, Anayasa tarafından belirlenen Cumhuriyet’in niteliklerini değiştirmeye ve ortadan kaldırmaya yönelik olarak içeriden ve dışardan gelecek tehlikelere karşı Türk yurdunun ve Anayasa ile tayin edilmiş Türkiye Cumhuriyeti’nin koruma ve kollanması TSK’nin görevidir. TSK, bu görevini yapabilmek için dış tehdidi olduğu gibi iç tehdidi de değerlendirmek zorundadır. Bu husus, Türkiye’nin milli askeri stratejisinin vazgeçilmez bir öğesi olup, hayati milli menfaatlerimizin bir neticesidir.
    Diğer taraftan, TSK için durumdan vazife çıkarmak ve gerekli tedbirleri almak da bir görevdir. Dolayısıyla, TC’ni iç ve dış tehdide karşı koruma ve kollama görevini yaparken, mevcut ve muhtemel tehditleri devamlı olarak izlemek ve değerlendirmek milli askeri stratejiyi oluşturmanın yanı sıra, en kötü senaryoyu tespit etmenin de, temel noktasıdır.
  • TSK, irticai faaliyetleri iç tehditte, bölücü terör ile aynı seviyeye, yani birinci önceliğe yükseltilmiş ve bu duruma bağlı olarak, yeni bir teşkilatlanma içinde Batı Çalışma Grubu oluşturulmuş ve faaliyete geçirilmiştir.

Savcılar, hakimler, yargı mensupları, medya patronları, çalışanları ve siyasilerce dakikalarca ayakta alkışlanan bu Genelkurmay brifingleri hep “tek millet, tek vatan, tek devlet, tek dil, tek bayrak” ifadeleriyle bitiyordu.

“Türkiye’nin Batı’ya dönük olan yüzünün korunması gerektiğinin” altının çizildiği 28 Şubat resmi ana metinlerinden olan MİT irtica raporunda ise şu ifadeler yer alıyor: “İran Devrimi’ni örnek alarak benzer bir strateji ile Türkiye’de şeriat devleti kurmak isteyen Radikal İslamcı Grupların faaliyetleri son yıllarda İslamcı çevre içinde ön plana çıkmış durumdadır. Halihazırda çok parçalı dağınık bir yapı içinde 30 kadar grup etrafında toplanan anılan unsurlar Kürtçülük konusu başta olmak üzere Türkiye’nin ve dünyanın gündemindeki sosyal ve siyasal içerikli her türlü olaya militanca T.C. aleyhtarlığı bazında yaklaşmaktadırlar.”

Partili muhafazakarlara, ‘milli’ ılımlılara gelince; Erbakan, devletin bugün FETÖ olarak adlandırdığı Gülen Cemaati’ne en başından beri mesafeli duruyor, selam dahi alıp vermiyor, o zamanlarda bile Cemaat’in Amerikancı ve darbeci olduğunu söylüyor, 28 Şubat ve başörtüsü yasaklarında bu yapının da dahli olduğunu ifade ediyordu. Ancak Cemaat dış bağlantıları gereği, siyasette oyuncu değişikliği yapmak istiyordu. Gülen Cemaat’i ile ortaklık ve ABD-Batı ile işbirliği karşılığında Erbakan ve partisine ülkeyi ve iktidarı vaat ettiler. Ne yaptılar ne ettiler Erbakan’ı ikna edemediler. Erbakan islami/islamcı kesim ile devlet arasında bir barış bir değişim istiyordu ama çok odaklı devlet, yüksek ve aşılması zor duvarlar örmüştü. Erbakan bu duvarları aşmak için de dış güçlerle işbirliği dayatmasını kabul etmiyordu.

(Not: Erbakan dindar kesime karşı devletin ördüğü yüksek duvarları ‘’Çanakkale ruhu’’ ile aşmaya çalıştı. AKP ve dış güçlerden bağımsız olarak, İslami kesimin ‘vatan ve bayrakla’ barışmasında, helalleşmesinde Çanakkale önemli bir rol oynadı. Kürt sorununun barışma ve helalleşme sürecinde de Çanakkale ruhunun kapı olacağı görünüyor, bekleniyor.)

Uzun yıllardır parti içinde iktidar çalışmaları yürüten sağ kanattan Erdoğan ve dış ilişkilerde aktif olan Gül gömlek değiştirmeye zaten hazır ve isteklilerdi. ‘‘Hocam partilerimiz kapatılıyor, seçimleri kazansak da, birinci olsak da adım attırmıyorlar, büyük hedeflerimize ulaşmamız bizim elimizde’’ (bu ifadelerin bir kaynağı yok, varsayım/zan) gibi gerçekçi gerekçelerle devreye girdiler. Fakat Erbakan bunu davaya ihanet olarak gördüğünü, Cemaatle ve ABD-Batıyla anlaşanların da hain olduğunu deklare etti. Ama zamanı gelmişti, altın tepside kaçırılmayacak bir fırsat vardı. Yıllar süren kırımın, kapsamlı operasyonların, suikastların, darbenin, boca edilen milyonlarca doların bir meyvesi olmalıydı. NATO’ya bağlı askeri cunta, paşaların brifinglerle ayar verdiği yargı-medya, ülkeden ve dünyadan bir haber ama kendini çok aydın ve çağdaş sanan laikçi-kemalist kesim, 28 Şubat ve başörtüsü yasaklarının şakşakçıları olan ve kendini sol zanneden ulusolcular, el birliğiyle AKP’ye ve Erdoğan’a iktidarın yolunu açmışlardı. ABD-Batı ile işbirliklerinde ve Ortadoğu projelerinde mutabakatlar ve dolayısıyla Cemaat’le anlaşmalar sağlandı, ortaklıklar kuruldu. ABD-Batı, Türkiye ve Ortadoğu’ya yönelik BOP gibi hayati hedefleri ve projeleri için Türkiye’de dindar-demokrat ve aynı zamanda kendine bağlı ya da müttefik bir iktidara ve lidere ihtiyaç duyuyordu. Erdoğan bu projede görev aldığını ve eşbaşkanlığını yürüteceğini iktidara geldikten sonra zaten ilan etti. Yollar açılmıştı, duvarlar aşılmıştı, Batı’dan yeni bir iktidar doğuyordu… Peki bu lider ve iktidar yıllar sonra bugün Doğu’dan batacak mı? Suriye, çözüm süreci, Kobani, 15 Temmuz ve 15 Temmuz’dan bugüne kadar büyük ölçüde Rusya-Çin tarafından yönetilen Cumhur İttifakı ve dolayısıyla Türkiye’nin son on yıllık süreçlerini biraz da bu pencereden okumak gerekir.

Çanakkale Cezaevi

Gazete Duvar

Mahpusluğun ekonomik bedeli

Ekim 27, 2022 Yorum bırakın

Uzun zamandır, üretim konusu öncelikli gündemimde bulunuyor. Amacım Türkiye’nin güncel ekonomik sosyal siyasetine dair yazı yazmak olmamasına rağmen, artık bir devlet geleneği olarak 10 yılda bir misafir edilmem sebebiyle vakit bolluğunu fırsat bilip, ben de kendi penceremden bir şeyler yazayım dedim.

Pencere ‘penç’ ve ‘rah’ kelimelerinden oluşan Farsça kökenli bir kelime, beşinci yol anlamına geliyor. Dört duvar ardındaki ‘penceresiz kalanların’ penceresi de bir kalem ve bir kâğıt oluyor haliyle. Tutuklanmamın sebebi de araştırmacılık ve gazetecilik olunca, kendi çapımda hakkını vermeye çalışayım.

Ülkemizde yaşanan ağır ekonomik krizin, asgari ücretlisinden emeklisine öğrencisinden memuruna hemen her kesime etkileri çokça konuşuluyor ve görünen o ki daha çok konuşulmaya devam edecek… Ben de yeni bir tutuklu ve eski bir gazeteci olarak, her ne kadar yaklaşık üç aydır tek başıma olsam da kendi deneyimlerim ve sınırlı araştırmalarımla fark ettim ki bu zorlu sürecin altında kalan kesimlerin başında mahpuslar, yakınları ve aileleri geliyor. Daha önce Metris -M-Tipi (2011) ve Tekirdağ -E-Tipi (2012) Cezaevlerinde kaldım (aynı suçlama sebebiyle tutuklandım ve 2013’te beraat ettim). Şimdi tek kişilik bir odada olsam da E-Tipi’ni de deneyimliyorum.

Annem ve ablamlar 28 Şubat sürecinde yıllarca E-Tipi Cezaevlerinde kaldıkları için çocukluğumdan az çok bir aşinalığım vardı. Kendimce o günlerdeki koşullarla kıyaslıyorum bugünü. Elbette 20-30 yıldır cezaevlerinde olan, birçok zorlu süreci yaşamış ve bu maddi külfeti çok daha detaylı bir şekilde anlatabilecek pek çok mahkûm var maalesef.

Öncelikle şunu belirteyim ki “hapse girersem masrafım olmayacak, sigara param olsun yeter, devlet bakıyor ve ihtiyaçlarımı karşılıyor” gibi bir durum söz konusu bile değil. Bilakis ciddi bir külfet mahpus olmak. Ben tek başıma tutulduğum için normalde ve genellikle koğuştakilerle ortak/komün ödenen tüm ihtiyaçların masraflarını kendim ödemek zorunda kaldım. Ancak ortak ödense bile yapılan masraflar oldukça külfetli. Cezaevlerinde ihtiyaçlarını karşılayabilmek, ailelerine ve yakınlarına yük olmamak için -ki kimsesi olmayan mahpusların sayısı az değil- el işi üreten, kurumda çalışan mahpuslar dahi sigara parası çıkaramaz durumdalar. Yanlış hatırlamıyorsam Türkiye cezaevlerinde 300.000’den fazla mahpus bulunuyor. Bunların yüzde 99’unun ülkenin en yoksul ve en alt sınıfından olduğu gerçeği göz önüne alındığında, hapishanelerdeki durumu tahmin edebilmek zor olmuyor. Dışarıda nasıl bir geçim derdi ve pahalılık varsa içeride de var. Üstelik bizim bir para akarımız olmadığı ve çalışamadığımız için kazanamıyoruz ve sadece harcama, tüketme konumundayız ve (varsa) yakınlarımıza masraf oluyoruz.

PEKİ, NEDİR BU MASRAFLAR?


Kalem (ay olmadan bitiyor), kâğıt (mektuplar ve dilekçeler için ayda bir top kâğıt bitiyor. Cezaevlerinde her gün her şeyin dilekçelerle yürüdüğünü belirteyim), defter (mesela şu an bunları deftere yazıyorum), su, bardak, tabak-kaşık-çatal, saat, takvim, sandalye, masa, mektup zarfı ve pulları, çöp torbası ve kovası, çamaşır leğeni, çamaşır ipi, çamaşır-bulaşık deterjanı, tuvalet kağıdı, el-banyo sabunu, şampuan, lif, banyo-traş jiletleri, bulaşıklık ve sünger, diş fırçası ve macunu, süpürge, çek-pas, mandal, havlular, nevresim, battaniye, kadın mahpuslar için ek olarak ped ve bebek sahibi olan anneler için de bebek bezi vd. gibi birçok günlük yaşamsal ihtiyaç bulunuyor. Ve bunların hepsini cezaevinden satın almak zorundayız.

Giyim kuşam, ayakkabı, terlik ve çamaşır gibi ihtiyaçları ekstra masraf yapmadan yakınlarınız dışarıdaki eşyalarınızdan getirebilir ama cezaevi kurallarına uygunsa. Tabii burada olduğu gibi bazı cezaevleri hiç kullanılmamış ayakkabı ve terlik talep ediyor. Ben kendi eşyalarımı alamadım, her şeyim siyah olduğu için satın aldım mecburen. Yani koltuk takımı, halı, çamaşır-bulaşık makinesi dışında neredeyse bir ev düzme masrafı çıkıyor. Çok pahalı olduğu için televizyon almayı düşünmüyordum. Ama tek olduğum ve kitap, dergi, gazete imkânları önceki deneyimlere nazaran daha da kısıtlı olduğu için mecburen bir ay sonra 22 ekran bir televizyon almak zorunda kaldım. Sevk çıkması ve çıktığı yerde bir koğuşa verilme ihtimalinden dolayı buzdolabı ve kettle almadım. Ama bu buzdolabı ve kettle’ın mahpus için önemli hatta zaruri olmadığını düşündürmesin. Özellikle buzdolabı hayati önem taşıyor. Buzdolabı satın alabilince kurum kantininden meyve, sebze, peynir, yoğurt, zeytin ve dolayısıyla yağ, şeker, baharat vs. alabiliyorsun. Beslenmeyi kendi paranla sağlıyorsun, nitekim birçok kişi yaşamını böyle sürdürmeye çalışıyor. Bu da ciddi bir maliyet ama söz konusu sağlık. Maalesef sadece bugünlerde değil hapishanelerde hiçbir zaman yeterli, sağlıklı, temiz yemekler olmadı. Ancak özellikle son bir yıldır hem kendi şahit olduğum hem de farklı hapislerden yansıyan şikâyetlerden öğrendiğimiz kadarıyla çok acımasız bir kemer sıkma uygulaması var hapishanelerde. Elbette kimse bu ülkenin hapishanelerinde kaliteli, doyurucu, sağlıklı ve lezzetli yemekler beklemiyor. Ancak en azından yenilebilir, zararsız ve yeterli nitelikte ve çeşitte yemek sağlanmalıdır. Hapishane koşullarının zaten fiziki ve psikolojik olarak bağışıklık sistemini zayıflattığını biliyoruz. Dolayısıyla cezaevlerinde neden bu kadar hasta ve ağır hasta olduğunu ve bu kadar çok tabut çıktığını rahatlıkla anlayabiliyoruz. Yaşanan derin ekonomik krizle beraber başlayan bu kemer sıkma politikaları, pandemi bahane edilerek dışarıdaki normalleşme sürecine rağmen içeride hala sistematik bir şekilde devam ettiriliyor. Kalıcı hale getirilmeye çalışılan yasaklar ve kısıtlamaların daha ağır sonuçlara yol açması kaçınılmaz olacaktır.

Kantinlerdeki ürün fiyatları dışarıdaki gibi sürekli zamlanıyor. Mesela 22 ekran televizyonun ben girdiğimde liste fiyatı 2400 TL’ydi. Ancak iki hafta sonra 2900 TL’ye satın alabildim. Dışarıda paranıza göre daha kaliteli bir ürün alabiliyorken, içeride kurumun anlaştığı ve belirlediği tek çeşit, kalitesiz ürün listesinden almak zorundasınız. Listedeki ürünlerin büyük çoğunluğu arayıp bulamayacağınız kadar kalitesiz ürünler, ama fiyatlar gayet kaliteli! Buzdolabı olmayan oda ve koğuşlarda, hele ki nemli bir yerde kalıyorsanız soğan, sarımsak ve abur cuburlarla idare etmek durumundasınız. Kettle, kantinden satın aldığın çay, kahve, bitki çayı ve lazım olduğunda sıcak su için olmazsa olmaz bir alet. Yani buzdolabı ve kettle satın almazsan kantinden çay ve domates de alamazsın, yiyemez ve içemezsin. Kışın hala burada ve tek olursam kettle alacağım, fiyatı ne olursa olsun. Sıcak bir şey içmeden kış geçmez. Tabii televizyon, kettle, buzdolabı, saç kurutma makinesi, vantilatör gibi gereçleri alırken elektrik faturasını da hesaba katmak zorundasınız. Bende sadece televizyon olduğu halde 110 TL elektrik faturası geldi bir aylık.

Bunlar dışında ciddi bir kalem olan avukat ücreti, yakınlarının hafta içi işi, gücü, okulu bırakıp çoğunlukla şehirlerarası görüşe geliş gidiş masrafları (millet yılda bir bayramda memlekete gidecek yol parası bile bulamıyorken), posta ve kargo gönderim ücretleri var. Ve yine bana özel bir durum ama oğlumun annesiyle boşanmış olduğum ve artık yakın akraba olmadığımız için telefonla görüşme hakkını annesinin telefon numarası ile yapamıyorum. Bu sebeple oğlumla konuşabilmek için yeni bir telefon ve hat almak durumunda kaldık. Bu masrafı genelleyemeyiz elbette ama yine de belirtmem gerekirdi. Çünkü eşiyle ayrı ama çocuğu olan mahpus sayısı da hiç az değil. Telefonla konuşma hakkını da kantinden satın aldığın telefon kartı ile kullanabiliyorsun. Fotoğraf çekiliyorsun, gazete almak zorundasın. Her ne kadar alabildiğin en muhalif gazete, makbul olan gazeteler olsa dahi gündemden kopmamaya çalışıyorsun bir şekilde. Kitap hakkın 2 ayda 3 tane, dergiye izin verilmiyor zaten. Yani bu belirlenmiş 3-5 tane televizyon kanalına ve gazetelere mecbur oluyorsun. Yine ben tek olduğum için çıkmıyorum ama ortak alan, spor gibi haftalık aylık hakların oluyor. Futbol topunun fiyatı şu an 300 TL mesela. Gözlük kullanıyorsan ve gözlüğünde metal varsa -ki çoğunda var- baştan rapor alıp yeni gözlük alıyorsun.

Diyeceğim o ki aslında bunlar tam zengin kişilerin karşılayabileceği şeyler maalesef. Cezaevlerinde açlık sınırının altında olan, geçinemeyen, ailesi çocuğu yakın akrabaları aylık açık görüşlere bile gelemeyen, en temel ihtiyaçlarını karşılayamayan yüz binlerce mahpus ve yakını var. Tamam, haklı haksız, hukuki ya da hukuksuz, tutuklu ya da mahkûm buralara herkesin yolu düşebilir ve düştüyse de adı üstünde hapsedilirsin. Özgürlük, iletişim, ulaşım imkânların kısıtlanır ama mahpusların parasına ve sağlığına bu kadar kastedilemez, kastedilmemeli! Cezaevi koşullarını, yaşanan hak ihlallerini, ceza içinde cezaları, kötü muameleleri, disiplin cezalarını bilenler biliyor, yazanlar yazıyor, konuşabilenler konuşuyor. İnsan hakları kurumlarına, bakanlıklara, savcılıklara, meclise her ay yüzlerce çok ağır ve trajik şikâyetler gidiyor. Ben de özellikle böyle bir süreçte mahpus ve yakınlarının yaşadığı, hayatlarını yaşanmaz hale getiren ekonomik zorlukları ve geçim sıkıntılarını kendimce aktarmaya çalıştım. Cezaevleri birilerinin gelir kaynağı olmamalı. Zaten bunların elleri kolları bağlı, sesleri çıkmaz diye düşünülerek krizlerin faturasının kesildiği yerler olamaz, olmamalı.

Türkiye’nin içinde olduğu buhranın bir sonuç olduğunu çoğumuz biliyoruz.

Küresel sistemin sebep olduğu ekonomik, ekolojik ve siyasi krizlerin ülkemizde son yıllarda çok daha ağır yaşanmasının ve sonu kestirilemez bir hızla artışının sebebi demokrasi krizidir.

Hak, hukuk, adalet ve toplumsal barış krizidir. Dolayısıyla bu bataklıktan ve krizlerden kurtulmanın yolu belli, çözümü gayet basittir. Yüzümüzü barışa ve doğaya döneceğimiz umuduyla…

Araştırmacı – Yazar Cihad Ebrari

Çanakkale Cezaevi

NOT:

Yazının ilk ve orijinal haline sakıncalı bulunup el konuldu. Geri alabilmek için gereken girişimi yaptım ve bekliyorum. Şimdilik yüzeysel ve hızlı bir şekilde bu kadarını aktarabiliyorum.

Gazete Duvar

Kendime dair

Haziran 17, 2022 Yorum bırakın

Yıllar içinde çok şeye dair notlar aldım, bu kez de ‘kendime dair’ olsun istedim.

İstanbul doğumluyum. Memleketim, yerim, yurdum, köyüm diye bildiğim, kendimi ait hissettiğim bir ülke/bölge, mekan olmadı hayatımda. Her ne kadar ‘şehir çocuğu’ olsam da çocukluğumda, daha önce hiçbir bağımızın olmadığı, Malatya ve köylerinin hatırı sayılır etkisi oldu. Doğayla, hayvanla ve beyaz Toros’larla ilk temaslarım orada gerçekleşti. Ergenlik ve gençlik yıllarımı da Ortadoğu’nun savaş, afet ve yoksulluk krizlerinin en derin yaşandığı bölgelerde geçirdim. Bir başıma ve çok genç yaşlarda, hiç bir maddi amaç ve kaynak olmadan dünyanın ‘öteki’ yarısını arşınlamıştım. Nitekim insan, biraz yediği biraz gördüğü biraz da yaşadığı kadar oluyor. Orta yaşlarımdan itibaren de dünyanın diğer yarısını görmeye başladım diyebilirim. Pek çoğumuz gibi günü geldi kaçak, günü geldi tutsak oldum. Muhafazakar/gelenekçi ya da seküler/modernist mahallerde bu mahallelerin sakini olmadan bildiğini okumak ve yapmak, mahallenin aykırı sesi olmak yorucu ama bir o kadar da özgürleştirici ve öğretici imkanlar sunuyor. Çok yol yaptım, yoldan çıktım, çok yoldaş edindim ve yine yolda pek çoğunu kaybettim. Dolayısıyla sosyal ve siyasal bilimler dışında, şehirde ve kırsalda, zorlu koşullarda yaşayabilme kabiliyetlerime ve deneyimlerime de az çok güveniyorum.

Maalesef bir ustalığım, çıraklığım, zanaatım, sanatım, mesleğim, diplomam olamadı. Bunun eksikliğini son yıllarda iyice hissetmeye başladım. Çevremdeki hemen herkesin elinden bir şeyler geliyor, var olsunlar : ) Gençlik dönemimde müzikle dinleyici olma ötesinde bir ilişkimin olmasını ya da marangozluktan, tarımdan az çok anlamayı isterdim. Orta yaşlara kısmet oldu.

Birbirini seven, koruyan, kollayan bir ailem var. Ama hiçbirimiz küçük yaşlardan itibaren bir aile içinde, bir çatı altında büyüyemedik, yaşayamadık. Son yıllar belki de en çok görüştüğümüz, beraber olabildiğimiz yıllarımız. Umarım bundan sonra çok daha fazla beraber olabilecek ve daha fazla beraber yaşayabileceğiz, üreteceğiz, paylaşacağız…

Babalık nedir bilmiyordum, görmemiştim. Doğduğundan beri ayda bir hafta on gün beraber olabildiğim oğlumla artık bir seneyi aşkın süredir baba oğul beraber yaşıyoruz. Sıkıntıları ve zorlukları çok evet, ancak bizim için yeri hep ayrı olan ilk yuvamızı inşa ettiğimiz (şuan yıkılmış olsa da) ve yedi yıl boyunca her ay İstanbul’dan gelip gittiğim Kaz Dağı eteklerinde yaşıyorum artık. Belki de önümüzdeki yıllarda ailem de buralarda olacak, adımlar atmaya başladık, hayırlısı…

Fikir/düşünce, eylem, hareket, araştırma, tavır, rapor, analiz, kitap, itiraz, makale, yorum, haber, kavga vs. Bunların hepsi çok önemli üretimler, emekler, bedeller. Her biri insana, doğaya, topluma doğrudan dokunan, düşüren ve kaldıran değerler. Nedenlerle sonuca uzun uzun bağlayamam ama politik olmayı, toplumsallaşmayı, toplum bilimini ancak aile olabildikçe, aileyle olabildikçe, baba olabildikçe kendimce çok daha net okuyabilmeye, anlayabilmeye başladım. Son yıllarda çok sosyal biri olmasam da toplumsal hayatım bireysel yaşamımdan önde oldu her zaman. Toplumdan, hatta toplumun en aşağısından hiçbir zaman kopmasan da, hayatını onlarla kursan da bir aile içinde yetişmek, bir yavru yetiştirerek yetişmek gerekiyormuş, en azından benim için. – Asla çocuk yapma tavsiyesi değildir : ) – Aynı şekilde doğadan, öyle kırsal bölgelerden değil yabani doğadan hiç bir zaman kopmasan da, ne kadar doğayla bütün hissetsen de, toprak ve suyla somut bir ilişkiye girmeden -hatta genel tarıma mesafeli olsam da ve doğayı sadece madde olarak görmesem de- bir üretim ilişkisine girmeden, ekip biçmeden, toplamadan, ilgilenmeden, toprağa litrelerce ter dökmeden bu ilişki ve iletişim olması gerektiği kadar sağlam ve sağlıklı kurulamıyor. Toplum ve doğa insanın, ekin ve nesil ise toplumun iki temel ayağı. Halklaşmadan ve halkın içinde olmadan yapılan şeyler ne kadar toplumsal olabiliyorsa doğalaşmadan ve doğanın içinde olmadan da yapılan şeyler o kadar doğal olabiliyor.

Her ne kadar yıllardır görünür alanlardan ve sosyal medyadan kendimi geri çekmiş olsam da siyasal, sosyal ve ekolojik çevrelerde kendi çapında tanınan, fikir alışverişi yapılan kişilerdenim. Evet, çoğunluğa göre yaşanılması zor şeyleri deneyimlemiş, üstesinden gelebildiğim kadarıyla gelmiş, dolu tanıklıklar, gözlemler, anılar sığdırmış olsam da hayatıma, döngüyü yeni yeni anlamaya başlıyorum. Belki geç oldu belki de tam zamanında, doğal akışında, bilemiyorum. Biraz yaşımın biraz da yeni köylü olmamın payı olacak ki bilmediğimi en yoğun hissettiğim bir süreçteyim. Kendimi kendimce biliyorum ama bu son süreçle beraber genelin ve normların çok dışında seyreden hayatımın getirileriyle beraber götürülerini de görebiliyorum artık.

Sosyal medyaya her zaman mesafeliydim. Sanal dünyayı sahici görmüyor değilim; gayet gerçek, en etkili alanlardan biri ama hızlı. Hızlı olan her şey gibi tükenen ve tüketen. Kişisel kullanımlarım dışında aktif olmayı tercih etmedim. Sosyal medyayı esas politik mecra gibi kullanan koca bir muhalefet var ülkemizde, hatta devrimci tavır var. Bundan bilinçli olarak uzak durdum, iyi ki durmuşum. Kentlerden ve sosyal medyadan uzak kalmayı bilahare konuşuruz. Ama sıkça sorulmaya başlandığı için şunu belirteyim ki bireysel yaşama dönmedim, inzivaya ya da kenara çekilmedim. Ortadoğu ile olan bağım ölene kadar devam edecek gibi. Artık herkesin Ortadoğu uzmanı olduğu şu günlerde minimal seviyede tutabiliyorum en azından : ) Dediğim gibi yabani hayata az çok aşina olsam da ekip biçme, tarım ve çiftçilikte kat edilecek çok yolum var. ‘Doğal ve zehirsiz tarım’, ‘temiz beslenme’, ‘ekolojik yaşam’ teorileri, söylemleri ve iddiaları çok kolay, çok tatlı ve romantik. Ama maalesef böyle bir şey yok. Hem küresel nedenleri var hem ekonomik yetersizlikler hem de ‘doğal yaşam ve ekoloji’ alanlarındaki ‘beyaz’, bireyci ve popülist baskın havalardan kaynaklı sorunlar var. Ama olabildiğince doğalı, temizi, zehirsizi ekolojik olanı için çabalayan, bireysel değil kolektif ve toplumsal bilinçle hareket edenler de az değil. Bu da başka bir konu. Velhasıl şuan sadece öğreniyorum. Öğrenirken öğretici de olabilecek kadar öğrenmem, deneyimlemem gereken şeyler var. Toplayıcılıkta fena sayılmam ama tarım benim için yeni bir dünya. Şehirlerdeki kadar olmasa da buralarda da geçinmek zor. Çocuğunla tek başına olmak daha da zor. Bulunduğum bölgedeki yeni köylülerin çoğuyla yerli köylülerin de bazılarıyla az ya da çok ortak işler yaptım, her birinden bir şeyler öğrendim, her birine gittim: “Ne yapabilirim? İster işçi olarak ister ortak olarak ben varım.” Dedim. Çağıranlara ve yevmiye işlere gidiyorum, öğrenmeye devam ediyorum. Bugüne kadar izleyen, çıraklık ve amelelik yapan, soran oldum. Artık yavaş yavaş kendi sorumluluğumda olan işlere başlamış bulundum. Bu yıl benden bir şeyler olmuş mu olmamış mı göreceğimiz bir sezon olacak : )

Sınıfsal çelişkiler, ataerkil ya da siyasal–sosyal krizler vs. Hepsine ‘iktidarcılık’ sorunları diyebiliriz. İnsanların insanlıktan kopuşu özel mülkiyetten ya da erkeğin kadına tahakkümünden de önce, insanlığın doğadan kopuşuyla başladı. Zihnen doğaya aitlikten doğaya sahipliğe sapan insanlık, hemen ardından kadına tahakkümün temellerini atmış oldu. Sonra mülkiyet ve dolayısıyla sınıflar ve sınırlar belasına kul oldu. Cennetten kovulma meselesi tam olarak budur. Tüm anlatılarda ve tasvirlerde cennet denilen yerin aslında ilkel dünya ve ilkel komünal toplum olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Hülasa demem o ki kalıcı ve sahici çözümler ekolojik olanlardır. İnsanın yuvasında, doğasında yani doğada yaşamadığı, yeryüzü ve evrenle tam uyum ve döngü içinde yaşamadığı ‘başka bir dünya’, başka bir dünya değil başka bir cehennemdir. Toplumsallığın en güçlü yatağı olan doğadan akmayan benlikler ve bizlikler sadece yığın ve kitle olarak kalmaya mahkum oluyor. Kendimizi kısmen de olsa özgür sanan, tarihin en düşürülmüş ve kentlere hapsedilmiş ya da bağımlısı yapılmış köleler olarak ‘kazanım’ dediğimiz kırıntılarla avunuyoruz. Modernistler ve gelenekçiler ya da doğrusal akla saplanmış olan ‘ilericiler’ ve ‘gericiler’ birbirleriyle çatışıp bir yandan birbirlerinden beslenirken bir yandan da mevcut iktidarlara ihtiyaç duydukları zemini hazırlıyorlar. Yeryüzüyle ve evrenle uyum içinde olmadan -ki onun yolu döngüselliktir- birbirimizle barış içinde olmamız imkansızdır. Yapay kentlerde yapay besinler ve yapay ilişkilerle örülü hayatımızdan doğal söylemlerin, eylemlerin, çözümlerin ve fikirlerin, barışın çıkması imkansızdır. Şuan her ne kadar kabaca ‘beyaz’ görünse de pek yakında aşağılardan ve ötekilerden örülen ekoloji hareketi barışın, özgürlüğün ve emeğin beşiği ve hatta toplumun varlık hareketi olacaktır.

Doğal Olmayan Özgür Olamaz

Haziran 9, 2021 Yorum bırakın

İnsanlık gece ve gündüzünü, aydınlattığını sandığı yapay ışıkların-ateşlerin kuşatması altında yeryüzünü kendisine ve tüm canlılara cehenneme çevirmiş durumda ve büyük bir azap yani yalnızlık ve mahrumiyet içerisinde.

Kentlerde göz alan ışıl ışıl ışıklar cehennem ateşinden başkası değil. “Gece hayatı” denilen, gecelerin yapay ışıklara, seslere boğularak yaşamın devam ettirildiği iddia edilen tüketim ve tükeniş yerlerinde, geceden ve hayattan en ufak bir emare yok. Kalabalıklar içerisinde, yoğun ilişkiler trafiğinde herkes yalnız ve bir başına. Çalınan gündüzlerimizin, emeklerimizin, hayatımızın, anlamımızın acısını gecelerden çıkartmak istiyoruz. Gün doğumuyla başlaması gereken günler, başlamadan bitiriliyor. Çoğumuz gece hayatından da mahrum, gün doğumuyla başlayıp emeğinin doğadaki karşılığının yüzde birini ancak alabilen günleri de geceleri çalınmış köle yığınlarıyla dolu dünyamız.

Kentler aydınlandıkça insanlık karanlığa gömülüyor. Kalabalık arttıkça yalnızlık, hız arttıkça durağanlık ve monotonluk çoğalıyor. Doğayla inatlaşma; ışığın, aydınlığın, karanlığın, gecenin, gündüzün, bedenin ve ruhun, yaşamın ve ölümün anlamlarını da altüst etti.

Doğaya dönüş adına spor faaliyetlerinde bulunan ya da doğada tatil modunda yaşayan insanlar da her ne kadar şekilsel olarak doğaya dönmüş olsalar da iliklerine kadar işleyen modernizmden, bireycilikten ve uygarlıkçılıktan kurtulamıyorlar. Doğal değil ancak çevreci insan olabiliyorlar. “Tatil” ve “spor”, modern toplumlarda ve doğa dışında kendini var etmiştir. Nitekim düne kadar tatile gitmek, spor yapmak diye bir şey yoktu. Doğada “pazartesi” olmadığı gibi tatil de yoktur spor da yoktur, nitekim doğal toplumlarda işsizlik de yoktur.

Kaç insanlardan; sığın insanlığa
Her yeryüzü canlısı gibi insanın da yeri, yurdu, yuvası, en önemlisi kökü yeryüzüdür. Ancak yasak elmaya göz diken yani ‘bugün yerim yarına hak kerim’ demeyerek, ihtiyaçlarımızı sınırsızlaştıran, cennetten yani bozulmamış yeryüzü bahçesinden kaçarak betona, yüksek yapılara tapınan ve şehirleri ışık sandığımız cehennem ateşiyle kavrulan insanlık olarak doğa dışı yapay yaşam(!) alanlarında köksüzüz. Köksüz insanlar birey olamazlar bireyci olurlar. Köksüz bireycikler çok kolay yönetilir. Çünkü bireyciler toplumlaşamaz, halklaşamaz. En fazla, yığın ve kitle olurlar. Çünkü köksüz insan, ihtiyaçlarını üreten değil tüketendir. Kendi kendine yetmez, kendini ve çevresindekileri umarsızca tüketir. Köksüz bireycikler için özgürlük onun için istediğini satın almak ve hoyratça istediğini istediği yerde yapmaktır. Onun için en kutsal en idealist hayatı anlamlı kılabilecek, fedakarlık yapabilecek, mücadele edilebilecek yegane can simidi budur.
İlerici, bilimci, endüstriyalist uygarlığın, özgür(!) yani düşürülmüş insanına göre ihtiyaçlar ve arzular sınırsızdır. Bütün bir evren, doğa ve canlıları ise makineden ibarettir. İşte bu yüzden ne kadar karşıt görülseler de her kesimden uygar insan doğaya, evrene ve canlılara bir makineye nasıl davranılırsa öyle davranır. Dolayısıyla öz benliklerine de…
Nasıl ki bilimcilik bilimden bir sapmaysa, dincilik dinden bir sapmaysa, özgürlükçülük de özgürlükten sapmaktır. Özgür insan özgürlükçü olamaz. Özgürlükçülük, özgürlüğü putlaştırır ve modern uygar bireyler işte bu özgürlük dedikleri tükenişin kölesidirler. Uygarlıkça ‘özgürlük’ doğaca ‘erdem’in zıddıdır.

Doğasında, yani doğada, yani yuvasında yaşamayan yapay insan köle olmaya mahkumdur. Yapay yaşam alanlarının, yapay besinlerin, yapay ilişkilerin insanı ve bu insanın ürettiğini sandığı düşünce, pratik, eylem ve söylem de doğal olması beklenemez.
Doğal olmayan özgür olamaz.
Yarın barış yurdunda buluşmak üzere.

İnsan Barışla Yaşar – 2017 Haziran

Kategoriler:Yazılar Etiketler:, , , , , ,

Çevrecilikten doğaya hayır gelmez

Haziran 5, 2021 Yorum bırakın

– Dünya Çevre Günü olarak anılan bugün, doğadan yana gibi görünse ve anılsa da doğaya karşı bir anlam ifade ediyor. Çünkü çevrecilikten doğaya bir hayır gelmez, gelemez.

– Çevre ben/biz’in etrafıdır, ben/biz’in dışındakilerdir. Doğa ise benim, biziz, doğadaki tüm varlıkla hepimiziz. Çevrecilik doğadan değil, doğadan koparılan kentler merkezli bir yaklaşımdır. Doğal değil yapaydır, makyajdır, muhafazakardır.

– Sistem, devlet, iktidar, bankalar, büyük holdingler, HES’ler, RES’ler, ilericiler, kalkınmacılar, aydınlanmacılar, bilimciler, dinciler, sanayiciler, gerekeni değil büyük işleri yapanlar çevrecilerdir. ‘Muhalif’ kent ve cadde çocuklarından oluşan ve “çevreciler” olarak tanımlanan kesimlerin farkı küçük ve erksiz çevreci olmalarıdır.

– Doğa hakkı, ekoloji mücadelesi alanlarında da maalesef gizli ya da açık çevreci algı baskındır.

– Çevreci söylem ve eylemler modernisttir. -Ne kadar tarihsel olsalar da- günümüz sorunlarının modernizmle de bağını kuramayan-göremeyen ve karşı tavır geliştirmeyen her ‘…izm’ de olduğu gibi çevrecilik de moderniteye mahkumdur.

-Çevrecilik endüstriyalizmin bir kısmına karşı çıkar (yapay kent duyguları ve vicdanları üzerinden algı yaratabilen kısımlar) ve bunu yaparken de kapitalizme ve ulus devlete kördür.

– Çevrecilik eleştirir ama alternatif-başka bir yaşam-toplum inşa edilmesinde çaresizliği oynar.

– Çevrecilik doğayı toprak, su, bitki ve hayvanlar olarak görür ve sadece ‘çevre’ ile ilgilenir. Oysa doğa ve ekoloji, aynı zamanda ekonomidir, toplumsaldır, siyasidir, yaşama dair her şeydir.

– Çevrecilik manzaracılıktır, hayvanseverliktir. Çevrecilikte insan doğanın/evrenin bir parçası değildir. Çevrecilik gizli insan merkezlidir. Yapay kent insanlarının yapay duygu ve düşüncelerinin yapay ihtiyaçları ve hissiyatları üzerinden kurulur.

– Çevre insanın yurdu ve yuvası değildir, insanın yurdu ve yuvası doğadır.

– Çevrecilik ‘çevreyi’ insanın merkezinde olduğu ‘etraf’ kabul eder ve doğayı kendilerine emanet olarak görerek baştan tahakküm kurarlar. Oysa doğa bizden, bizlerse doğadanız. Emanet durumu varsa, o da doğanın bizlerin değil bizlerin doğanın emanetinde olduğumuzdur. Doğanın bereketi ve şifasıyla yaşam bulan insanın, doğayı kendine ’emaneti’ ya da ‘helali’ görmesi olsa olsa bunca tecavüze ve talana kılıf uydurmaktan ibaret olacaktır.

– Toprakla ilişkisi olmayanın gökyüzüyle de ilişkisi sönümlenir . Çevreciliğin insan-mekan algısı günümüzdeki hakim algı gibi dört yönlüdür.

– Çevreci insan bireyci ve canlıcı, doğal insan toplumsal ve yuvacıdır.

– Çevrecilik ilerici veya gerici; her halükarda doğrusaldır ve çizgiseldir. Ama doğa döngücüdür.

– Çevrecilik devrimci değil orta yolcudur, orta sınıfçıdır, elitisttir. Çevrecilik alttan ve aşağıdan değil üsttendir, yukarıdandır. Çevreciliğin ve çevrecilerin korkuları ve kaybedecek şeyleri çoktur. Afilli isimlere sahip global çevreci kurumlar, büyük işler, çılgın projeler yapan şirketlerin ve iktidarların truva atları bile değil, bizzat şirketlerin kendileridir. Çevre ve çevrecilik sektördür, piyasadır.

– Çevrecilik vatanlı, devletli, sınırlı, sınıflıdır. Doğa vatansız, devletsiz, sınıfsız, sınırsızdır.

– İnsanın yuvası her canlı gibi doğadır. Çevrecilik doğada yaşamı yani doğal yaşamı savunmaz.

– Doğadan yana olanlar barışın, hak mücadelelerinin, yaşam savunusunun da parçası hatta öncüsüdürler. Çevreciler genellikle mevcut iktidara muhalif ama kesinlikle sisteme ve devlete entegrelerdir.

Doğayla savaşan insanla, insanla savaşan doğayla barışamaz.

Doğayı çevrecilikten de koruyalım.

İnsan Barışla Yaşar