Arşiv

Posts Tagged ‘barış’

Muhalefet her şeye rağmen kaybetmeyi nasıl başardı?

Mayıs 29, 2023 1 yorum

Muhalefetin büyük bir çoğunluğu ve özellikle de sosyal medya muhalifleri her zamanki gibi büyük laflar etmeye başladılar. ‘Ben demiştimciler’ genellikle ya sandık güvenliği, hile, hırsızlık, şaibe, seçimin adaletsizliği üzerinden ya kazanamayacak aday söylemleri üzerinden ya Kılıçdaroğlu’nun bazı son hamleleri üzerinden ya da milletin sürü olduğu üzerinden yenilginin nedenlerini tespit ve teşhis ediyorlar.  Nitekim herkes siyaset bilimci, sosyolog, araştırmacı. Tabi ‘yenilmedik gayet iyiyiz, hadi yeniden başlıyoruz’ diyen motivasyoncularımız da az değil. Aynı şeyleri tekrar ederek farklı sonuç beklenmez.

İhtiyacımız olan şey motivasyon değil muhasebe, değişim, dönüşüm.

Yine, muhalefetin el birliğiyle kaybetmek için her şeyi yaptığı bir seçim sürecini geride bıraktık.

Saray ittifakına kazandıran tek şey muhalefetin aksine toplumu bilmesi, tanıması. Muhalefete kaybettiren tek şey de toplumu tanımaması. Sol seküler kesimlerin büyük çoğunluğu bu ülkeye, doğuya, ortadoğuya hep yabancı oldular.  Solculuk ve sekülerizm olması gerektiği gibi aşağıdan değil yukarıdan ve dışarıdan olageldi ülkemizde ve bundan dolayı yerlileşemedi. Merkez soldan devrimci solculara kadar bu hep böyleydi. Elbette istisnalar var.

Türkiye’yi Batı ülkesi olarak gören ya da bunu hedefleyen, söylemini, eylemini bunun üzerinden kurgulayan hiçbir siyaset bu ülkenin yerlisi ve asli unsuru ya da çoğunluğu olmadı ve olamaz.

Millet İttifakı da Emek Özgürlük İttifakı da Anadolu ve Mezopotamya’nın damar yollarına ısrarla, inatla ve anlam verilemeyen bir umursamazlıkla kör kaldı, tanımadı, tanımaya çalışmadı. Saray’ın kendini güvende hissetmesinin ve kazanmasının tek nedeni budur. Bu seçimi bile kazanamayan muhalefet -özellikle sol seküler muhalefet- özelde Anadolu ve Mezopotamya ile genelde Ortadoğu ile barışmadıkça en azından tanışmadıkça hiçbir seçimi kazanamayacaktır. (Dış siyaset üzerinden ele alırsak; ABD-Batı’nın süper güçlerine rağmen her doğu hamlelerinin fiyaskoyla sonuçlanmasının, eline yüzüne bulaştırmasının tek nedeni de budur. Rusya, Çin ve İran buraları her zaman Batı’dan daha iyi bilirler ve oynarlar)

Seçimlerin adaletsizliği ve her gelen seçimin daha adaletsiz olduğu bilinmeyen ve beklenmeyen bir şey değil. Seçimlerden sonra adil bir sürecin yaşanmadığını öne sürmek beyhude bir kaçıştır. Yine hile, hırsızlık, şaibe ve sandık güvenliği söylentileri yenilgilerin asıl sorumlularının milleti oyalama ve hedef şaşırtma klasik taktiklerinden biridir, hesap vermesi gerekenlerin sığınağıdır. Zinhar sürü olmayan bilinçli, aydın, muhalif politik kitlemiz her defasında bu tuzağa düşer durur. Her seçimde yaşanan (ve seçim sonucuna etkisi çok çok sınırlı olan) hırsızlık ve hileler partilerin ve yöneticilerinin kendini aklama operasyonuna dönüşür. Ki varsa ciddi boyutta bir hırsızlık bu da muhalefet partilerinin ve yöneticilerinin beceriksizliğidir, halkın değil.

Sorun sandıkta değil millette değil muhalif siyasettedir.

Saray her şeye rağmen kazanmadı, muhalefet her şeye rağmen kaybetti.

Sonuç olarak Türkiye ikinci yüzyılına Kemal Kılıçdaroğlu’na rağmen demokratik bir cumhuriyetle değil despot otoriter yağmacı bir rejimle girmeyi tercih etti.

Güçlü kadın hareketlerine rağmen, kadın düşmanı denilen cumhur ittifakının en büyük destekçileri neden kadınlar, seçmenlerinin büyük çoğunluğu neden kadınlar sorusunun cevabı da burada saklı.

Bilimsel siyaseti ağızlarından düşürmeyenler her seçim sonuçlarında gün gibi ortaya çıkan gerçeklere her seçimde kör kalmayı tercih ediyorlar. Mesela 7 Haziran’da HDP’nin başarısını (ki bana göre çok daha iyisi kolay ve mümkündü) Kürt ve Sol ittifakının başarısı olarak okuyanlar ve lanse edenler, sandık sandık gelen oyların nereden geldiği giden oyların nereye gittiği tartışmasız bir şekilde ortada iken büyük bir çarpıtmaya imza atmışlardı. Bir sonraki seçimlerde ders alırlar ve ona göre davranırlar herhalde diye beklerken hayrete düşüren, yok artık dedirten adımlar tüm eleştirilere, önerilere, araştırma sonuçlarına rağmen inatla atılmaya devam edildi.

Muhalefet partilerine bu halk yani bizler denize düşen yılana sarılır misali her şeye rağmen sarıldık, ki bu pervasız umursamazlığın bir nedeni de yöneticilerin buna güvenmeleri oldu.

Muhalif partiler hak ettiklerinden ve beklentilerimizden fazla bile destek gördüler. Seçim sonuçlarıyla ilgili muhalif partilerin yetkilileri, sürecin mimarları ve yöneticilerinden başka bir sorumlu aranmamalıdır.

İçinde bir iki özeleştiri ve muhasebe kelimesi geçen açıklamalarla, vitrindeki görünür bir iki alt sorumlunun günah keçisi yapılarak harcanarak yapılan göz boyamalarla alınacak bir yol kalmadı. Önümüzdeki seçimlere aynı kafayla gidilmesi CHP ve HDP başta olmak üzere muhalif partiler için intihar olacaktır. Zaten bu seçimde alenen başarısız bir intihar girişiminde bulunuldu sayılır.

Zihniyet, bilinç, paradigma ve perspektif sorunu yenilginin asli stratejik tek nedenidir.

Bu sorunun seçim süreçlerine yüzlerce yansıması oldu elbette. Bu seçim çok kolay bir şekilde kazanılabilecekken bu ana sorundan kaynaklı kaybedilmesinin taktiksel birkaç nedenini de paylaşalım.

– Saray’a karşı tüm muhalefetin taktiksel olarak sandıkta değil de stratejik olarak siyasette birleşmesi ve bunun vitrine yanstılması. Yani altılı masanın kendisi ve HDP’nin dolaylı desteği. Bu koca koca siyasiler nasıl oldu böyle bir hatayı yaptılar inanılır gibi değil. Ki hata demek az kalır. O kadar emin ve kararlı bir şekilde yaptılar ki biz herhalde bilmediğimiz başka şeyler var çıkar kokusu diyerek şaşkınlıkla aylarca uyarılarımızı da yapa yapa izledik. Bu, apaçık AKP-MHP’den kopacak seçmenlere kopmayın bırakmayın demekti. İktidarın sadece kendi mahallesine/tabanına tutunarak, sadece onların alkışlarını alarak kazanması mümkün.

Kamplaşmalar her zaman iktidarcı çoğunluğun lehinedir.

Muhalefet için böyle bir şey söz konusu değil ancak yıllardır aynı şeyler yaşanıyor, yıllardır bu tuzaklara düşülüyor. Muhalefet için tek bir yol vardı iktidar seçmenini kazanmak, onlara dokunmak, farklı mahallelere girmek ve onların alkışlarını almak. Bu çok net bir gerçekken yine özellikle sol seküler muhalefet tüm söylem ve eylemlerini kendi mahallerinden alkış alma popülist kolaycılığı üzerinden kurdu. Kılıçdaroğlu’nun ‘helalleşme’ başta olmak üzere en etkili ve doğru hamleleri başından beri -hem CHP içindeki hem dışındaki- işte bu odaklar tarafından engellendi. Sorumlu aranıyorsa millette ya da sandıklarda değil seçimleri devrim zanneden, kendi mahallesinden daha çok alkış daha çok like almak için Saray’dan çok Kılıçdaoğlu’na köstek olan, karşı mahallelerden geçişlere bariyerler kuran popüler cadde muhaliflerinde aranmalı.

Altılı masa içerisinde bu yanlışla ilgili Karamollaoğlu ve Davutoğlu’nun uyarılarından haberdar olduk. Ama diretmeleri gerekirdi. Yapılacak şey çok basitti. Bir sağ merkez muhalefet ittifakı bir sol merkez muhalefet ittifakı bir de HDP öncülüğünde üçüncü yol ittifakı ile seçimlere her ittifak kendi adayıyla girecekti. Hem mecliste mutlak çoğunluk cepteydi hem de ilk turda Erdoğan’ın kazanması ihtimali söz konusu bile değildi. Ki kazansa bu ilk turda kazanırdı zaten, kazanması için muhalefet her şeyi yaptı, Saray lehine olabilecek her şey yapıldı. İlk tura muhalefet 3 ayrı ittifakla ve adayla tamamen kendi ana kanalları üzerinden gireceklerdi. İkinci turda Erdoğan’ın karşısına kim kalırsa destekleriz denilecekti, o kadar. Kılıçdaroğlu en az 55 ile kazanacaktı. Her şey bu kadar basit ve garanti iken böyle bir garabete neden imza atıldı? Hem AKP-MHP’den kimsenin kopmaması sağlandı, -hem HDP’nin aşağıda ele alacağımız yanlışları yüzünden radikal demokrasi değil milliyetçilik kilit rolü oynadı- hem de altılı masanın sağı solu birbirini kilitledi, HDP de zaten dolaylı olarak ister istemez tüm altılı masayı kilitlemiş oldu. Hele hele Kılıçdaroğlu’nun adaylığında mutabakat olmadan altılı masanın kurulması ve ilan edilmesi öngörüsüzlükle açıklanabilir bir hata değil. Cumhur ittifakı bu sürece minnettar oldu. Tam ‘kaybediyoruz, dağılıyoruz, bitiyoruz’ havasına girmişlerdiki altılı masa ilanı ve akabinde Akşener’in darbe girişimi ve Emek Özgürlük İttifakı’nın ‘devrimi yaptık sonrasında neler yapıyoruz’ rahatlığıyla alınan kararları, adayları, söylemleri AKP-MHP’ye derin bir nefes aldırdı ve rahat sakin bir şekilde kitlelerini tutarak seçime gittiler.

– HDP’nin seçim komisyonunun aday tercihleri, iki dönem kuralının kişiye göre uygulanması ya da uygulanmaması, ittifak işlerinde istişare ve eleştirilere gittikçe daha da kör kalınması ve hatta dayatmaları tabandan kopuş sinyallerine, Kürt seçmenlerin katılım rekoru kırması beklenirken katılımın azalmasına, seçmenin sandığa küsmesine, oy artışı garanti iken çok büyük bir başarı! ile oy kaybetmesine neden oldu. Bu seçimlerin en büyük başarısızlığı HDP’nindir. TİP’in kendisini en başarısız olarak konuşmaya gerek yok. TİP meselesinin sorumluları da TİP değil HDP yöneticileridir. TİP kendinden beklenenleri yaptı. En büyük uyarılar, eleştiriler onlara yapıldı. Yüzde 3’ün imkansız olduğu, hayal olduğu, en fazla 4 vekil çıkarabileceği, yarardan çok zarar olacağı binlerce kişi tarafından binlerce kez söylendi. Ama inatla parti olarak girildi. Saraya değil muhaliflere kaybettirildi. Verilen oyların en az yarısı TİP’e de gitmedi bütçesel karşılığı da siyasi karşılığı da kocaman bir sıfır oldu. Nerden baksan tutarsızlık, zarar, ziyan… Oysa tek listeyle yine 4 vekil kazanabilirlerdi, bu kadar haklı eleştiri ve itham yemezlerdi. HDP tepki görmez, seçmenlerini küstürmez, seçmendeki ‘ne yapsak ne etsek olmuyor’ haleti ruhiyesi beslenmezdi. Hem HDP hem TİP siyasi olarak çok daha karlı çıkabilirdi. Ama eleştirilere kör kalmakla da yetinilmedi itham edildi hatta yaftalandı.  Her neyse TİP meselesini gerçekten uzan uzadıya konuşmaya gerek yok.

Kesin olan bir şey var; ne beraber direndik ne de beraber kazandık. Ama beraber kaybediyoruz.

Bilimsel siyasete göre her şey her niyet ve art niyet çok açık seçik ortada. HDP, Yeşil Sol, TİP vd meselelerle ilgili önceki yazımdaki (Konuşma sırası şaşırmayanlarda) notlara göz atılabilir.

Kısacası Kürtler milli sorunları başta olmak üzere, hak, emek, adalet, özgürlük ve barış mücadelelerinin ve bedellerinin ‘başkalarının’ ideolojik bagajı yapılmasından rahatsızlar. Bu rahatsızlık yeni değil, 7 Haziran’da da vardı ancak gittikçe önü alınamaz ve telafi edilemez kalıcı hasarlara yol açmaya başladı. Yine bu rahatsızlık birilerinin çarpıttığı gibi sol ile ittifak kurma rahatsızlığı, sol-sosyalizm rahatsızlığı değil.

HDP bu seçimde daha özüne dönmesi gerekirken, sokakların, asıl tabanı olan yoksul mahallelerinin sesine daha çok kulak vermesi gerekirken, deprem gibi ağır bir süreç içerisinde tüm tartışmalarını ve vaktini sol partilere ayırmıştır. Biraz toparlar, bölge siyasilerine ve ittifakına ağırlık verir, ulusal ve dini kesimlere biraz yüzünü döner, halkın isteklerine kulak verir beklentilerinin tersine yüzünü tamamen -yoksul solculara da değil- orta sınıf popülist solculara dönmüştür. Twitter gerçekliğine en uzak tabanı olan parti HDP’dir (en yoksul emekçi tabanlı parti HDP olduğu için) ama en çok sosyal medya üzerinden şekillendirilen parti de HDP’dir. HDP TİP değildir, öncelikle bunu bilmesi gerekir. Katılımın azalmasının ve oy kaybının tek nedeni budur. Yüzünü biraz olsun farklı kesimlere ve öz tabanına dönen bir HDP rahatlıkla 15’i alabilir. Elbette bu temel neden dışında her seçimde olan alt nedenler var. Zorluklar, baskılar, saldırılar, hileler, yeni bir parti ismi ile kısa sürede seçime girilmesi, yeni partinin isminde ‘sol’ olması, adından ‘yeşil’ olmasına rağmen bu seçimde HDP/Yeşil Sol başta olmak üzere muhalefet partilerinin vaatlerinde, seçim propagandalarında ve aday listelerinde tarihi doğa kırımların yaşanmasına rağmen ekoloji ve ekolojistlerin esamesinin okunmaması vd pek çok şey sıralanabilir. Ama bunların hiçbiri bahane değil ve asıl neden değil.

HDP başından beri kapısında karşılıksız girmek için bekleyen yüzde 5’i durdurup içeri girmek istemeyen yüzde 2’yi zorla rica minnet tavizlerle büyük alanlar/imkanlar açarak içeri almak için çabalıyor.

Ancak günün sonunda tüm olumsuzlukların bedelini müttefikler değil emektar, cefakar ve fedakar halk ödüyor.

Sosyal medya ve orta sınıf mahallelerinden, caddelerinden, sahil şeridi kentlerinden asla görülemeyecek siyasi olgular, tarihsel ve toplumsal gerçekler var. Farkına bile varılmadan bedeli ağır olan, sonucu etkileyen hatalar yapılıyor. CHP’nin de HDP’nin de aşması gereken tek eşik bu.

CHP kendi mahallesinin alkışlarından taviz vererek, kınamalara kopmalara aldırış etmeden bu eşiği aşabilir. Ki Kılıçdaroğlu ile epey mesafe kat etti. Bunca mesafeden sonra faturayı Kılıçdaroğlu’na kesip geldikleri yere dönerlerse kendileri kaybederler.

HDP için ise çözüm kolay, tek yapması gereken kendi tabanına, sokaklarına, mahallelerine dönmek.

Hasılı kelam, Anadolu, Mezopotamya ile barışmak ve tanışmak, ‘Türkiye’yi Ortadoğu bataklığından kurtarmak’ değil, Türkiye’nin Ortadoğu ile kopmaz bağını kabul etmek gerekir. Aksi halde Erdoğan gider Bayraktar gelir, her seçimin sonucu benzer olacaktır.

Kendime dair

Haziran 17, 2022 Yorum bırakın

Yıllar içinde çok şeye dair notlar aldım, bu kez de ‘kendime dair’ olsun istedim.

İstanbul doğumluyum. Memleketim, yerim, yurdum, köyüm diye bildiğim, kendimi ait hissettiğim bir ülke/bölge, mekan olmadı hayatımda. Her ne kadar ‘şehir çocuğu’ olsam da çocukluğumda, daha önce hiçbir bağımızın olmadığı, Malatya ve köylerinin hatırı sayılır etkisi oldu. Doğayla, hayvanla ve beyaz Toros’larla ilk temaslarım orada gerçekleşti. Ergenlik ve gençlik yıllarımı da Ortadoğu’nun savaş, afet ve yoksulluk krizlerinin en derin yaşandığı bölgelerde geçirdim. Bir başıma ve çok genç yaşlarda, hiç bir maddi amaç ve kaynak olmadan dünyanın ‘öteki’ yarısını arşınlamıştım. Nitekim insan, biraz yediği biraz gördüğü biraz da yaşadığı kadar oluyor. Orta yaşlarımdan itibaren de dünyanın diğer yarısını görmeye başladım diyebilirim. Pek çoğumuz gibi günü geldi kaçak, günü geldi tutsak oldum. Muhafazakar/gelenekçi ya da seküler/modernist mahallerde bu mahallelerin sakini olmadan bildiğini okumak ve yapmak, mahallenin aykırı sesi olmak yorucu ama bir o kadar da özgürleştirici ve öğretici imkanlar sunuyor. Çok yol yaptım, yoldan çıktım, çok yoldaş edindim ve yine yolda pek çoğunu kaybettim. Dolayısıyla sosyal ve siyasal bilimler dışında, şehirde ve kırsalda, zorlu koşullarda yaşayabilme kabiliyetlerime ve deneyimlerime de az çok güveniyorum.

Maalesef bir ustalığım, çıraklığım, zanaatım, sanatım, mesleğim, diplomam olamadı. Bunun eksikliğini son yıllarda iyice hissetmeye başladım. Çevremdeki hemen herkesin elinden bir şeyler geliyor, var olsunlar : ) Gençlik dönemimde müzikle dinleyici olma ötesinde bir ilişkimin olmasını ya da marangozluktan, tarımdan az çok anlamayı isterdim. Orta yaşlara kısmet oldu.

Birbirini seven, koruyan, kollayan bir ailem var. Ama hiçbirimiz küçük yaşlardan itibaren bir aile içinde, bir çatı altında büyüyemedik, yaşayamadık. Son yıllar belki de en çok görüştüğümüz, beraber olabildiğimiz yıllarımız. Umarım bundan sonra çok daha fazla beraber olabilecek ve daha fazla beraber yaşayabileceğiz, üreteceğiz, paylaşacağız…

Babalık nedir bilmiyordum, görmemiştim. Doğduğundan beri ayda bir hafta on gün beraber olabildiğim oğlumla artık bir seneyi aşkın süredir baba oğul beraber yaşıyoruz. Sıkıntıları ve zorlukları çok evet, ancak bizim için yeri hep ayrı olan ilk yuvamızı inşa ettiğimiz (şuan yıkılmış olsa da) ve yedi yıl boyunca her ay İstanbul’dan gelip gittiğim Kaz Dağı eteklerinde yaşıyorum artık. Belki de önümüzdeki yıllarda ailem de buralarda olacak, adımlar atmaya başladık, hayırlısı…

Fikir/düşünce, eylem, hareket, araştırma, tavır, rapor, analiz, kitap, itiraz, makale, yorum, haber, kavga vs. Bunların hepsi çok önemli üretimler, emekler, bedeller. Her biri insana, doğaya, topluma doğrudan dokunan, düşüren ve kaldıran değerler. Nedenlerle sonuca uzun uzun bağlayamam ama politik olmayı, toplumsallaşmayı, toplum bilimini ancak aile olabildikçe, aileyle olabildikçe, baba olabildikçe kendimce çok daha net okuyabilmeye, anlayabilmeye başladım. Son yıllarda çok sosyal biri olmasam da toplumsal hayatım bireysel yaşamımdan önde oldu her zaman. Toplumdan, hatta toplumun en aşağısından hiçbir zaman kopmasan da, hayatını onlarla kursan da bir aile içinde yetişmek, bir yavru yetiştirerek yetişmek gerekiyormuş, en azından benim için. – Asla çocuk yapma tavsiyesi değildir : ) – Aynı şekilde doğadan, öyle kırsal bölgelerden değil yabani doğadan hiç bir zaman kopmasan da, ne kadar doğayla bütün hissetsen de, toprak ve suyla somut bir ilişkiye girmeden -hatta genel tarıma mesafeli olsam da ve doğayı sadece madde olarak görmesem de- bir üretim ilişkisine girmeden, ekip biçmeden, toplamadan, ilgilenmeden, toprağa litrelerce ter dökmeden bu ilişki ve iletişim olması gerektiği kadar sağlam ve sağlıklı kurulamıyor. Toplum ve doğa insanın, ekin ve nesil ise toplumun iki temel ayağı. Halklaşmadan ve halkın içinde olmadan yapılan şeyler ne kadar toplumsal olabiliyorsa doğalaşmadan ve doğanın içinde olmadan da yapılan şeyler o kadar doğal olabiliyor.

Her ne kadar yıllardır görünür alanlardan ve sosyal medyadan kendimi geri çekmiş olsam da siyasal, sosyal ve ekolojik çevrelerde kendi çapında tanınan, fikir alışverişi yapılan kişilerdenim. Evet, çoğunluğa göre yaşanılması zor şeyleri deneyimlemiş, üstesinden gelebildiğim kadarıyla gelmiş, dolu tanıklıklar, gözlemler, anılar sığdırmış olsam da hayatıma, döngüyü yeni yeni anlamaya başlıyorum. Belki geç oldu belki de tam zamanında, doğal akışında, bilemiyorum. Biraz yaşımın biraz da yeni köylü olmamın payı olacak ki bilmediğimi en yoğun hissettiğim bir süreçteyim. Kendimi kendimce biliyorum ama bu son süreçle beraber genelin ve normların çok dışında seyreden hayatımın getirileriyle beraber götürülerini de görebiliyorum artık.

Sosyal medyaya her zaman mesafeliydim. Sanal dünyayı sahici görmüyor değilim; gayet gerçek, en etkili alanlardan biri ama hızlı. Hızlı olan her şey gibi tükenen ve tüketen. Kişisel kullanımlarım dışında aktif olmayı tercih etmedim. Sosyal medyayı esas politik mecra gibi kullanan koca bir muhalefet var ülkemizde, hatta devrimci tavır var. Bundan bilinçli olarak uzak durdum, iyi ki durmuşum. Kentlerden ve sosyal medyadan uzak kalmayı bilahare konuşuruz. Ama sıkça sorulmaya başlandığı için şunu belirteyim ki bireysel yaşama dönmedim, inzivaya ya da kenara çekilmedim. Ortadoğu ile olan bağım ölene kadar devam edecek gibi. Artık herkesin Ortadoğu uzmanı olduğu şu günlerde minimal seviyede tutabiliyorum en azından : ) Dediğim gibi yabani hayata az çok aşina olsam da ekip biçme, tarım ve çiftçilikte kat edilecek çok yolum var. ‘Doğal ve zehirsiz tarım’, ‘temiz beslenme’, ‘ekolojik yaşam’ teorileri, söylemleri ve iddiaları çok kolay, çok tatlı ve romantik. Ama maalesef böyle bir şey yok. Hem küresel nedenleri var hem ekonomik yetersizlikler hem de ‘doğal yaşam ve ekoloji’ alanlarındaki ‘beyaz’, bireyci ve popülist baskın havalardan kaynaklı sorunlar var. Ama olabildiğince doğalı, temizi, zehirsizi ekolojik olanı için çabalayan, bireysel değil kolektif ve toplumsal bilinçle hareket edenler de az değil. Bu da başka bir konu. Velhasıl şuan sadece öğreniyorum. Öğrenirken öğretici de olabilecek kadar öğrenmem, deneyimlemem gereken şeyler var. Toplayıcılıkta fena sayılmam ama tarım benim için yeni bir dünya. Şehirlerdeki kadar olmasa da buralarda da geçinmek zor. Çocuğunla tek başına olmak daha da zor. Bulunduğum bölgedeki yeni köylülerin çoğuyla yerli köylülerin de bazılarıyla az ya da çok ortak işler yaptım, her birinden bir şeyler öğrendim, her birine gittim: “Ne yapabilirim? İster işçi olarak ister ortak olarak ben varım.” Dedim. Çağıranlara ve yevmiye işlere gidiyorum, öğrenmeye devam ediyorum. Bugüne kadar izleyen, çıraklık ve amelelik yapan, soran oldum. Artık yavaş yavaş kendi sorumluluğumda olan işlere başlamış bulundum. Bu yıl benden bir şeyler olmuş mu olmamış mı göreceğimiz bir sezon olacak : )

Sınıfsal çelişkiler, ataerkil ya da siyasal–sosyal krizler vs. Hepsine ‘iktidarcılık’ sorunları diyebiliriz. İnsanların insanlıktan kopuşu özel mülkiyetten ya da erkeğin kadına tahakkümünden de önce, insanlığın doğadan kopuşuyla başladı. Zihnen doğaya aitlikten doğaya sahipliğe sapan insanlık, hemen ardından kadına tahakkümün temellerini atmış oldu. Sonra mülkiyet ve dolayısıyla sınıflar ve sınırlar belasına kul oldu. Cennetten kovulma meselesi tam olarak budur. Tüm anlatılarda ve tasvirlerde cennet denilen yerin aslında ilkel dünya ve ilkel komünal toplum olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Hülasa demem o ki kalıcı ve sahici çözümler ekolojik olanlardır. İnsanın yuvasında, doğasında yani doğada yaşamadığı, yeryüzü ve evrenle tam uyum ve döngü içinde yaşamadığı ‘başka bir dünya’, başka bir dünya değil başka bir cehennemdir. Toplumsallığın en güçlü yatağı olan doğadan akmayan benlikler ve bizlikler sadece yığın ve kitle olarak kalmaya mahkum oluyor. Kendimizi kısmen de olsa özgür sanan, tarihin en düşürülmüş ve kentlere hapsedilmiş ya da bağımlısı yapılmış köleler olarak ‘kazanım’ dediğimiz kırıntılarla avunuyoruz. Modernistler ve gelenekçiler ya da doğrusal akla saplanmış olan ‘ilericiler’ ve ‘gericiler’ birbirleriyle çatışıp bir yandan birbirlerinden beslenirken bir yandan da mevcut iktidarlara ihtiyaç duydukları zemini hazırlıyorlar. Yeryüzüyle ve evrenle uyum içinde olmadan -ki onun yolu döngüselliktir- birbirimizle barış içinde olmamız imkansızdır. Yapay kentlerde yapay besinler ve yapay ilişkilerle örülü hayatımızdan doğal söylemlerin, eylemlerin, çözümlerin ve fikirlerin, barışın çıkması imkansızdır. Şuan her ne kadar kabaca ‘beyaz’ görünse de pek yakında aşağılardan ve ötekilerden örülen ekoloji hareketi barışın, özgürlüğün ve emeğin beşiği ve hatta toplumun varlık hareketi olacaktır.

Çevrecilikten doğaya hayır gelmez

Haziran 5, 2021 Yorum bırakın

– Dünya Çevre Günü olarak anılan bugün, doğadan yana gibi görünse ve anılsa da doğaya karşı bir anlam ifade ediyor. Çünkü çevrecilikten doğaya bir hayır gelmez, gelemez.

– Çevre ben/biz’in etrafıdır, ben/biz’in dışındakilerdir. Doğa ise benim, biziz, doğadaki tüm varlıkla hepimiziz. Çevrecilik doğadan değil, doğadan koparılan kentler merkezli bir yaklaşımdır. Doğal değil yapaydır, makyajdır, muhafazakardır.

– Sistem, devlet, iktidar, bankalar, büyük holdingler, HES’ler, RES’ler, ilericiler, kalkınmacılar, aydınlanmacılar, bilimciler, dinciler, sanayiciler, gerekeni değil büyük işleri yapanlar çevrecilerdir. ‘Muhalif’ kent ve cadde çocuklarından oluşan ve “çevreciler” olarak tanımlanan kesimlerin farkı küçük ve erksiz çevreci olmalarıdır.

– Doğa hakkı, ekoloji mücadelesi alanlarında da maalesef gizli ya da açık çevreci algı baskındır.

– Çevreci söylem ve eylemler modernisttir. -Ne kadar tarihsel olsalar da- günümüz sorunlarının modernizmle de bağını kuramayan-göremeyen ve karşı tavır geliştirmeyen her ‘…izm’ de olduğu gibi çevrecilik de moderniteye mahkumdur.

-Çevrecilik endüstriyalizmin bir kısmına karşı çıkar (yapay kent duyguları ve vicdanları üzerinden algı yaratabilen kısımlar) ve bunu yaparken de kapitalizme ve ulus devlete kördür.

– Çevrecilik eleştirir ama alternatif-başka bir yaşam-toplum inşa edilmesinde çaresizliği oynar.

– Çevrecilik doğayı toprak, su, bitki ve hayvanlar olarak görür ve sadece ‘çevre’ ile ilgilenir. Oysa doğa ve ekoloji, aynı zamanda ekonomidir, toplumsaldır, siyasidir, yaşama dair her şeydir.

– Çevrecilik manzaracılıktır, hayvanseverliktir. Çevrecilikte insan doğanın/evrenin bir parçası değildir. Çevrecilik gizli insan merkezlidir. Yapay kent insanlarının yapay duygu ve düşüncelerinin yapay ihtiyaçları ve hissiyatları üzerinden kurulur.

– Çevre insanın yurdu ve yuvası değildir, insanın yurdu ve yuvası doğadır.

– Çevrecilik ‘çevreyi’ insanın merkezinde olduğu ‘etraf’ kabul eder ve doğayı kendilerine emanet olarak görerek baştan tahakküm kurarlar. Oysa doğa bizden, bizlerse doğadanız. Emanet durumu varsa, o da doğanın bizlerin değil bizlerin doğanın emanetinde olduğumuzdur. Doğanın bereketi ve şifasıyla yaşam bulan insanın, doğayı kendine ’emaneti’ ya da ‘helali’ görmesi olsa olsa bunca tecavüze ve talana kılıf uydurmaktan ibaret olacaktır.

– Toprakla ilişkisi olmayanın gökyüzüyle de ilişkisi sönümlenir . Çevreciliğin insan-mekan algısı günümüzdeki hakim algı gibi dört yönlüdür.

– Çevreci insan bireyci ve canlıcı, doğal insan toplumsal ve yuvacıdır.

– Çevrecilik ilerici veya gerici; her halükarda doğrusaldır ve çizgiseldir. Ama doğa döngücüdür.

– Çevrecilik devrimci değil orta yolcudur, orta sınıfçıdır, elitisttir. Çevrecilik alttan ve aşağıdan değil üsttendir, yukarıdandır. Çevreciliğin ve çevrecilerin korkuları ve kaybedecek şeyleri çoktur. Afilli isimlere sahip global çevreci kurumlar, büyük işler, çılgın projeler yapan şirketlerin ve iktidarların truva atları bile değil, bizzat şirketlerin kendileridir. Çevre ve çevrecilik sektördür, piyasadır.

– Çevrecilik vatanlı, devletli, sınırlı, sınıflıdır. Doğa vatansız, devletsiz, sınıfsız, sınırsızdır.

– İnsanın yuvası her canlı gibi doğadır. Çevrecilik doğada yaşamı yani doğal yaşamı savunmaz.

– Doğadan yana olanlar barışın, hak mücadelelerinin, yaşam savunusunun da parçası hatta öncüsüdürler. Çevreciler genellikle mevcut iktidara muhalif ama kesinlikle sisteme ve devlete entegrelerdir.

Doğayla savaşan insanla, insanla savaşan doğayla barışamaz.

Doğayı çevrecilikten de koruyalım.

İnsan Barışla Yaşar

Muhammed Cihad Ebrari’nin Kitabı Çıktı: İnsan Barışla Yaşar

Ocak 15, 2020 Yorum bırakın

twpost

İnsan Barışla Yaşar kitabını yurt içinden satın almak için tıklayın

İnsan Barışla Yaşar kitabını yurt dışından satın almak için tıklayın

Muhammed Cihad Ebrari’nin ilk kitabı İnsan Barışla Yaşar, NotaBene Yayınları’ndan çıktı.

Önsözü, yazarın annesi Hüda Kaya tarafından kaleme alınan eser 9 yıllık araştırma-düşünce yazılarından oluşuyor.

Barıştan ve doğadan yana olan, ‘insan barışla yaşar’ diyen tüm kitapseverlerin ilgisine sunulan kitap, kırk ayrı başlık altında hem tarihsel hem güncel, sosyal ve siyasal konuları tartışmaya açıyor.

İlericilik ve gericilik çatışmalarından, doğrusal, iktidarcı ve merkezci krizlerden, döngüsel bir perspektifle çıkışın önerildiği kitapta, kırk ayrı başlık altında, insan-toplum, inanç ve din, Ortadoğu, doğa-ekoloji ve barış üzerine sorgulamalar yürütülüyor.

Muhammed Cihad Ebrari hakkında

1985 yılında İstanbul’un Üsküdar ilçesinde doğdu. 28 Şubat sürecinde on üç yaşında iken Terörle Mücadele ekipleri tarafından gözaltına alındı ve Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılandı. Başörtüsü eylemleri nedeniyle Annesi Hüda Kaya ve üç ablasının da tutuklanıp idamla yargılanmasının ardından on beş yaşında Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldı. Pakistan’da ve Ürdün’de Siyasal Bilgiler, Dinler tarihi ve Arapça üzerine eğitim aldı. Dünyanın pek çok savaş, kriz ve afet bölgesinde insani yardım ve insan hakları alanlarında çalışmalar yürüttü. Filistin, Suriye ve Lübnan başta olmak üzere uzun yıllar Ortadoğu’nun muhtelif yerlerinde yaşadı ve barış gönüllüsü olarak bağımsız araştırmacı gazetecilik yaptı. Türkiye’ye döndükten sonra benzer çalışmalara devam etmenin yanı sıra, doğa ve ekoloji alanlarında da hem yazılarıyla hem mevcut inisiyatiflerde görev alarak aktif olmaya başladı. 2011 yılında ‘ölüm değil çözüm!’ dediği için gözaltına alınarak tutuklandı. Metris Cezaevi ve Tekirdağ F-Tipi Cezaevi’nde yattı. 2013 yılında SAMER (Siyasal Sosyal Araştırmalar Merkezi) Ortadoğu masası sorumlusu olarak çalışmaya başladı. 2016 yılında İstanbul’da yine gözaltına alındı ve gördüğü işkence sonucu omurilik kırılması ve kafa travması tespitiyle gözaltında hastaneye yatırıldı. Bu davadan da 15 ay hapis cezasına çarptırıldı. ‘Askerlikten soğutma suçu’ sebebiyle de ayrıca mahkum edilen yazarın itiraz başvuru dosyası hala Anayasa Mahkemesi’nde bekletilmektedir. 2022’de dokuz yıl önceki gazetecilik faaliyetleri nedeniyle 9 yaşındaki oğluyla yaşadığı ev basılarak gözaltına alındı ve terör örgütü üyesi olma suçlamasıyla 103 gün Çanakkale Cezaevi’nde tek başına tutuldu. Lahey, Amsterdam ve Hamburg’da sunumlar gerçekleştirdi. Ortadoğu, inançlar, barış, doğa-ekoloji üzerine sosyal-siyasal araştırma ve faaliyetlerine devam etmektedir.

Kategoriler:Yazılar Etiketler:, , , , , ,

Direnelim ama hakikat ile

Aralık 10, 2019 Yorum bırakın

#Direnen hakikat
Şu da bir gerçek ki; yozlaşan, ahlaksızlaşan, pislik içinde debelenen, battıkça batan sadece sistem-devlet-iktidar-ataerki ve yandaşları değil.

-Elbette bu bir genelleme ve istisnalar var-

Modernistler ve gelenekçiler, sekülerler ve muhafazakarlar, ilericiler ve gericiler, iktidarlar ve muhalefetler ve hatta solcular ve sağcılar…Ekonomiden ekolojiye, kadından topluma, bilimden inanca, üretimden tüketime hemen her alanda; doğaya, ahlaka, adalete, barışa, sevgiye, döngüye karşı aynı uzaklıkta, aynı karşıtlıkta ve hatta aynı saldırganlık içerisindeyiz. Bir bütün olarak lanetlendik ve helak oluyoruz.

‘Aydın insan’, ‘bilgin insan’, ‘bilge insan’ yakıştırmalarını da kimseye bırakmayız.. Öyle ya, biz çok aştık, öyle böyle değil, çok şey biliyoruz, çok okuyoruz, aşırı doğru şeyler yazıyoruz, konuşuyoruz, yapıyoruz, yıktık yıkacağız, devirdik deviriyoruz. Sayemizde her şey çok güzel olacak!

Bilakis. Döngüden kopan insanlık zıtlarıyla var olur ve varlıklarıyla zıtlarını besler hale geldi. En temizlerimiz bile düşmanlarının araçlarıyla amaçlarından sapıyor, gerekeni yapmanın değil büyük işler yapmanın hazzıyla düşmanlaşıyor, toplumsallığa iktidarı, kadına erki, doğaya uygarlığı taşıyoruz. Yorulanlarımız ise bireyciliğe kaçıyor.

Büyüyen iletişim ile gittikçe küçülen ilişkiler içerisinde, artan kalabalıklarla gittikçe yalnızlaşan bireycikler nerede ve ne kadar bir arada ve örgütlü olurlarsa olsunlar kazandıkça ve büyüdükçe kaybederler.
Hızlandıkça varoluşumuzdan uzaklaşan ve kopan, yuvası olan doğa ile; kötülerin saldırganlık ve sömürü, iyilerin ise -doğada yaşasa dahi- kullanma ve tüketme dışında bir bağ kuramadığı uygar insanlık olarak iki ucu pis değneğe mahkum, aldık başımızı gidiyoruz.

Kim olursa olsun, hangi kesimden olursa olsun zalime karşı mazlumdan yanayız. İnancı, düşüncesi, yaşam tarzı, partisi, örgütü ne olursa olsun her zaman güçlüden, muktedirden değil güçsüzden, ezilenden, mahrumdan yanayız. Mücadele ediyoruz, direniyoruz, bedel ödüyoruz. Eyvallah, baş göz üstüne.
Ama yetmez, yetmiyor.

Hakikat arayışımız olmadan, hakikate sadakatimiz olmadan insan olamıyoruz, insan kalamıyoruz.

Doğrusallıktan döngüselliğe dönemiyoruz.

Yoldan çıkmadan menzile varamıyoruz, varamayacağız.
Yarın barış yurduna varmak üzere…

İnsan Barışla Yaşar

İnsan Barışla Yaşar’ın İlk İmza Günü

Kasım 19, 2019 Yorum bırakın

İnsan Barışla Yaşar’ın ön söz yazarı, annem Hüda Kaya ile ilk kitabımın ilk imza gününü gerçekleştirdik.

Annem’e ve aileme, arkadaşlarıma, dostlara ve bir an olsun yalnız bırakmayan okurlarlarımıza çok teşekkür ediyorum.

İyi ki varsınız, iyi ki varız!

Barışla kalın…

Kitap hakkında detaylı bilgi için buraya tıklayın.

İnsan Barışla Yaşar kitabını yurt içinden temin etmek için tıklayın

İnsan Barışla Yaşar kitabını yurt dışından temin etmek için tıklayın

Vejetaryen, vegan, etçillik ve etçiliğe dair notlar

Kasım 22, 2014 Yorum bırakın
15895009_10209078755659332_2607790198250786566_n-e1495464102332.jpg-Kapitalist gıda endüstrisinde ezilen sadece hayvanlar değildir, piyasa ürünü tüm bitkiler de hayvanlar kadar ezilmekte, işkencelere çok yönlü saldırılara maruz kalmaktadır. Endüstriyalizmde zulümsüz, sömürüsüz ürün yoktur.
– Canlı canlıdır. Gözle görünmeyen en küçüğü de, bol kanlı en büyüğü de canlıdır. Canlılar arasında ayrım da, ayrımcılıktır. Doğadaki her canlı başka bir canlıyı canına katarak yaşamını sürdürür. Can almadan, canına can katmadan canlı kalınamaz. Hiçbir cana kıymak istemeyen en azından kendi canına kıymak zorundadır.
-Kapitalist endüstri ortamında asıl olan et yemez olmak değil olabildiğince az tüketici olmak, az para kullanmak ve fırsat bulunduğunda doğamıza, yuvamıza kaçıp orada doğal, barışçı ve yine sınırlı, ürettiğinden fazla tüketmeyen sade bir yaşam inşa etmektir. Bir bütün tüketim kültürü ve alternatif yaşam formları tartışılmalıdır. Ancak böyle hem sömürmemiş hem sömürülmemiş olabiliriz.
-Doğasında yaşamayan her canlı köledir. Öte yandan kentlerde evi, arabası ve çalışmadan elde edebileceği yaklaşık 800$’lık (orta verimlilikte olan bir doğa parçasının insan ihtiyaçları için kendi kendine ürettiği değer) geliri olmayan her insan -hele kendinden başkalarının maddi sorumlulukları da varsa- modern dünyanın yeni kalıplarını ve zorunluluklarını da hesaba katarsak Ortaçağ köleliğini mumla araması gereken bir köledir. Ve çok tanrılı yaşamın baskısı, tahakkümü altındadır. Dolayısıyla köle olduğumuzu unutmayalım. Elit ve efendilerin, beyaz modernistlerin, caddelerin, sahte Batı-kent vicdanının(!) yapageldiği vejetaryenlik, veganlık, çevrecilik, hayvanseverlik tartışmalarına da, argümanlarına da bulaşmayalım. Olması gereken doğru yaklaşım ve tepkileri, doğru argümanlarla, doğru yerlerden, aşağıdan ve daha radikal bir şekilde geliştirelim.

Daha fazlasını oku…